
ATA SELÇUK
ata.selcuk@hotmail.com
ABD Başkanı Joe Biden’ın ev sahipliğinde 22-23 Nisan’da çevirim içi gerçekleştirilen ve büyük ekonomilerin iklim kriziyle mücadele çabalarını canlandırmak amacını taşıyan ‘İklim için Liderler Zirvesi’nde, İngiliz çevreci ve belgesel yapımcısı David Attenborough ve İsveçli bilim insanı Profesör Johan Rockström tarafından hazırlanan ‘Breaking Boundaries’ (Gezegenimizin Kritik Eşikleri) adlı belgeselin lansmanı yapılmıştı. Geçen hafta Netflix’te yayınlanmaya başlayan belgesel, Profesör Rockström ve arkadaşları tarafından yapılan ve ‘Planetary Boundaries: Exploring the Safe Operating Space for Humanity’ adıyla yayımlanan akademik çalışmayı konu alıyor.

Gezegene verdiğimiz tahribatı ve karşı karşıya olduğumuz durumu tüm çıplaklığıyla ve verilerle ortaya koyduğu için kimilerinin iç karartıcı bulduğu belgesel, aslında Rockström’ün, “Gezegenin geleceğini kurtarmak için çok geç değil!” diyerek açıkladığı çözüm önerileriyle bir yandan farkındalığımızı artırırken bir yandan da umut veriyor bana göre.
İnsanlık yaklaşık 2,5 hatta 3 milyon yıl süren buzul çağından sonra son 10 bin yıldır içinde bulunduğumuz, Holosen adı verilen dönemin sunduğu istikrarlı iklim ve beraberindeki çevresel ortam sayesinde tarımla başlayan ve günümüz medeniyet düzeyine ulaşmamızı sağlayan büyük bir gelişim fırsatı elde etti. Ancak medeniyet yolculuğumuzda kendimizi o kadar kaybettik ve gezegenimiz üzerindeki baskıyı o kadar artırdık ki sonunda kendi jeolojik devremizi yarattık. İnsan çağı ya da bilimsel adı ile antroposen çağının başlangıcı 1750’lerdeki sanayi devrimine kadar uzanmakla birlikte tahrip edici etkisinin başlangıcı insan nüfusundaki artışın ve tüketim alışkanlıklarının aniden hızlanmasını ifade eden ‘Büyük Hızlanma’ döneminin başladığı 1950’lere dayandırılıyor.
Rockström ve arkadaşlarının çalışması, Holosen çağında dünyamızda istikrarı düzenleyen, hayatta kalmamızı ve hatta gelişimimizi sağlayan unsurlara; bu unsurlar arasında çoktan aştığımız, aşmak üzere olduğumuz ve mevcut yaşam tarzı ile devam edersek çok yakında aşacağımız eşiklere odaklanıyor. Yönetmen Jonathan Clay, söz konusu kritik eşiklerdeki durumumuzu David Attenborough’un etkileyici anlatımıyla beraber, değişikliğe tanıklık eden bilim insanlarının deneyimleri ve anlatımları ile besleyerek belgesele akıcı bir üslup kazandırıyor.
Gelin bu dokuz kritik unsuru kısaca tanıyalım:
- Karbon salımı ve sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma
Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu için kritik eşik seviyesinin 350 ppm olduğu ve bu seviyeyi 1950’lerde geçtiğimiz vurgulanıyor. Bugün ulaştığımız 415 ppm ile bu kritik eşiği çoktan aştığımız ve sonucunda kutup buzul kütlelerinde başlayan erime, çarpıcı örneklerle anlatılıyor. Önümüzdeki tehlikeli kritik eşiğin ise 450 ppm olduğu ve bunun üzerinde artık gezegende buz varlığının olmayacağı ve olası sonuçları gözler önüne seriliyor.
Küresel ısınmada kritik eşik ise sanayi devrimi öncesine göre +1,5 derece. Bugün ulaştığımız artış ise 1,1 derece düzeyinde. Artan sıcaklığın, başta kuraklık olmak üzere yaratacağı olası sonuçları izlemek, durumun önemini ve aciliyetini bir kez daha anlamamızı sağlıyor. Bu konudaki tek çözüm ise önümüzdeki 30 yıl içinde fosil yakıt kullanılmayan bir dünya düzenine geçmemiz
2. Ormanlar
Her ağaç türü, dünyadaki istikrarın korunmasında paha biçilmez bir öneme sahip. Pek çok kritik eşiğin aşılmasını tetikleyebilecek orman kaybı için eşik seviyesi yüzde 25 olarak belirlenmiş. Ancak gerek küresel iklim değişikliği nedeniyle ormanların kuruması (savanlaşma) gerek tarım arazisi ve hayvan otlaklarına dönüşüm gibi nedenlerle orman kaybında geldiğimiz yüzde 40 oranı ile kritik eşiği çoktan aşmış durumdayız. Bu konuda artık yazık ki tehlikeli bölgedeyiz.
3. Biyoçeşitlilik
Ormansızlaşmanın en önemli sonuçlarından biri de doğadaki biyoçeşitliliğin kaybı. Maalesef son 50 yılda küresel yaban hayatı nüfusunun yüzde 68’ni yok ettik. Bugün 1 milyon bitki türü ve 8 milyon hayvan türünün yok olma tehlikesi altında olduğu düşünülüyor. Bu alanda iklim değişikliği, ormanların giderek yok oluşu, denizlerdeki kirlenme ve ısınmaya dayalı olarak hem karada hem denizde kritik eşiği çoktan aşmış durumdayız.
Rockström, ekinler için çok önemli polen taşıyıcıları olan kısa tüylü yaban arılarının 1990’larda Birleşik Krallık’ta neslinin tükendiğini ve bu nedenle İngiliz bilim adamlarının yok ettikleri bu türü yeniden canlandırmak amacıyla kraliçe arıları çalmak üzere İsveç’e gittiklerini ve bunun gazetelerde haber oluşunu etkileyici bir örnek olarak anlatıyor.
4.. Tatlısu Döngüsü
Tatlısu, insanlığın bağlı olduğu en önemli temellerden birisi. Hayatta kalabilmek için her gün kişi başı 3 bin litre tatlı suya ihtiyacımız var. İçmek için ve hijyen için 50 litre, ev ihtiyaçları için 100 litre, sanayi ihtiyaçları için payımıza düşen 150 litre, kalan kısım ise gıda üretimi için tüketilen sudan payımıza düşen miktarlar. İşte bu ihtiyacı karşılarken akarsu rejimini değiştiriyor, akarsuları kurutuyoruz. Bu konuda özellikle ülkemizde kuruyan ve haberlere konu olan göllerimiz, nehir yataklarımız hepimizin dikkatini çekiyor.
Tatlısu konusunda henüz güvenli bölgedeyiz ama hızla tehlikeli bölgeye doğru ilerliyoruz.
5. Besinlerin Sağlanması – Azot ve Fosfor Döngüsü
Azot ve fosfor, yaşayan her şeyin temel birleşenleridir. Besinlerin ihtiyaç duyduğu azot ve fosforu toprağa artık suni gübrelerle veriyoruz. Daha çok ürün elde etmek için daha fazla miktarda verdiğimiz besinin kullanılmayan kısmı nehirlere, göllere ve denizlere akıyor. Su ekosisteminde yer alan plankton ve algların aşırı beslenmesi sonucu çoğalması ve büyümesi suda müsilaj oluşumuna, oksijen miktarının azalmasına ve nihayetinde maalesef ekosistemin ölümüne sebep oluyor. Bugün Marmara Denizi ve Kuzey Ege’de üzücü bir şekilde gözlemlediğimiz müsilajın sebeplerinden biri de işte bu azot ve fosfor döngüsündeki bozulma.
Gezegene etkisi en çok olmasına karşın en az bilinen azot ve fosforun fazla kullanımı konusunda kritik eşiği çoktan aştık ve hatta tehlikeli bölge içindeyiz.
6. Okyanus Asitlenmesi
Atmosfere saldığımız karbondioksitin üçte biri okyanusa geçiyor. Suda çözünen CO2 okyanusların kimyasını değiştirerek pH’nı düşürüyor, yani asit oranını artırıyor. Geçtiğimiz yıllarda okyanusların asiditesi yüzde 26 oranında arttı. Karbon salınımımız devam ettiği sürece bu oran giderek artacak. Okyanuslarda söz konusu asitlenmenin ve bununla birlikte küresel ısınmaya bağlı olarak su sıcaklığının da artması, başta mercan resifleri olmak üzere ekosistemin yok olmasına neden oluyor.
Okyanus asitlenmesinde hala güvenli bölgedeyiz ama tehlikeli bölgeye ve muhtemelen korkunç bir kitlesel yok oluşa doğru sürükleniyoruz.
7. İnsan Yapımı Kirletici Maddeler – Atıklar
Bu başlık altında nükleer atıklardan organik atıklara, ağır metallerden mikroplastiklere kadar insan üretimi maddeler ele alınıyor. Bugün dünyada insanlar tarafından üretilen 100 bin yeni kimyasal madde olduğu tahmin ediliyor. Doğadaki konsantrasyonlarını ölçmenin mümkün olmadığı bu maddelerin herbirinin çevre üzerinde olumsuz etkilere neden olabileceğini hepimiz biliyoruz. Küresel ölçekte büyük ve yıkıcı etkileri olan bu unsur için henüz bir eşik değer belirlenememiş.
8. Aerosoller
Atmosferdeki partiküllere aerosol deniyor. Sanayi Devrimi’nden bu yana insan aktiviteleri sonucunda iki katına çıkan, hava kirliliği olarak da bildiğimiz ve puslu bir havada rahatlıkla gözlemleyebildiğimiz aerosol kirliliğinin yüzde 75’i fosil yakıt kullanımından kaynaklanıyor. Bu konuda da bir kritik eşit belirlenmemiş olmakla birlikte bugün hava kirliliği nedeniyle her yıl 7 milyon insan ölmesi, eşiği çoktan aşmış olduğumuza işaret ediyor.
9. Ozon Tabakası
Diğer kritik eşiklerin aksine olumlu yönde ilerlediğimiz tek unsur bu. Ozon tabakası güneşten gelen ve cilt kanseri gibi ölümcül hastalıklara neden olan zararlı ultraviyole radyasyonu filtreliyor. Çoğumuzun hatırlayacağı gibi 80’lerde fark edilen Antarktika’daki ozon deliği, söz konusu zararlı etkileri nedeniyle küresel çapta panik yaratmıştı. Ozon tabakasındaki deliğe atmosfere salınan kimyasal kirletenlerin sebep olduğu anlaşılınca ülkeler zaman içerisinde bu kimyasalların kullanımını durdurdu. Bu konudaki bilimsel uyarıların politik hareketlere dönüşmesi, böyle bir felaket karşısında tüm dünyanın ortak bir eylem planını hayata geçirmesi ve sonunda elde edilen başarı, daha önce saydığımız 8 unsur için de yapılabileceklere yönelik umutlarımızı yeşertiyor.
Profesör Rockström ve arkadaşlarının ortaya koyduğu bu çalışmayla, dünyamızda Holosen dönemindeki istikrarın sağlanması için gerekli olan unsurları ve kritik eşik seviyelerini, güvenli bir alana dönüş yolunu ve başarmak için yapmamız gerekenleri net bir şekilde görebiliyoruz.
Belgeseli izleyince yapabileceklerimizin hiç de zor olmadığını göreceksiniz. Dünya Çevre günü için hazırladığım yazımın sonunda “Kaygılı değil aktif olalım, çekingen değil cesur olalım! Özetle pozitif olalım ve gelin en azından bu yıl doğayla ilişkimizi düzeltecek ‘bir şey’ yapalım” demiştim ya. Gelin en kolayından başlayalım ve zaman ayırıp bu belgeseli izleyelim. İzlerken de sorunlardan çok çözümlere odaklanalım.
Eminim sonrası gelecektir…