Birkaç dakikalık yürüyüşün ardından ocağa inerken ortaya çıkan görüntü direncin sınırlarını zorluyor: Beyaz bir ip misali dizili ambulans ordusu… Jandarma tok sesiyle yukarıdan bağırıyor: “Gelen vaaar.” Ocak başındaki kalabalığın her dalgalanışında, yüzlerdeki derin keder, çaresizlik ve zorla bastırılan öfkeden oluşan o sarsıcı ifadede, minicik bir umut ışığı yanıp sönüyor. Belli belirsiz…
Ve ardından hep o üç soru: “Sarılı mı?” (Sarılı. Bir kat da yetmemiş. Üzerine battaniye örtülü.) “Yüzü açık mı?” (Hayır. Yüzler öyle tanınmaz halde ki, ayrıca kapatılmış.) “Saati var mıydı?” Eğer “var” cevabı gelirse, bu kez “Plastik miydi, demir mi?” sorusu.
Madenin, “A panosu” denilen “sıfır kat”ında sıkışan evlatların, kocaların, yeğenlerin, amcaların, hayatta olup olmadığını öğrenme sorusu işte bu: “Saati plastik miydi?” Kurtarma ekiplerinin yüzünde, sanki bu katliamda onların da sorumlulukları varmış gibi derin bir mahcubiyet. Acele adımlarla taşıyor “çıkan” sedyeleri, polisin maden ocağı ile ambulans arasında oluşturduğu kordonda…
Lüks saat markası Philipp Patek’in belki de şirket tarihinde ilk kez “rüşvet” konulu açıklama yaptığı ülke olan Türkiye’de birkaç gün sonra, kömürleşmiş işçi bedenleri çıkarılıyor madenden. Ve yoksul anneler şu soruyla tanımaya çabalıyor oğullarının cenazesini:
“Saati plastik miydi?”