
DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Türkiye televizyonlarında gündüz saatlerini dolduran bir program türü var. ‘Üçüncü sayfa haberleri‘ olarak adlandırılabilecek adli vakaları ele alan programlar bunlar. Bir nevi ‘sıradan insan magazini‘ denilebilir, ben ‘gündelik yaşam pornosu‘ demeyi tercih ediyorum. Pornografi dememin amacı, bu programlara hakaret etmek istemem değil; özellikle mahrem sayılan bir eylemi, izleyicide heyecan yaratma amacıyla sansasyonel şekilde teşhir etmenin adı bu olduğu için böyle diyorum. Tüm prodüksiyonu, şovu idare edenin muktedirliğinde yönetilen duyguların kürasyonu üzerine kuran, verilen mesajı akılla değil duyguyla idrak ettiğiniz ve sonunda belli bir boşaltım sağlama üzerine kurulu programlar bunlar. Ayrıca üretmesi çok ucuz olduğu ve program cetvelinde epeyce büyük yer tutabildikleri için gündüz kuşağını parselliyorlar, daha doğrusu dolduruyorlar.
Diğer taraftan, tıpkı cinsel pornografide olduğu gibi, üretiminde çoğunlukla sömürüye varacak derecede bir tahakkümün olduğu; ilişkilerin ve iletişimin, teşhir eyleminin başından sonuna kadar bir tarafın üstünlüğünün altını çizercesine asimetrik kurulduğu bir medya prodüksiyon tipi bu. Şovu idare edenin (özellikle ‘sunucu’ demiyorum), tek hüküm verici merciyi temsil ettiği, yalnızca programın idaresini değil, izleyicinin meseleyi algılama şeklini de biçimlendirdiği bu program türünün Türkiye toplumunun organizasyon yapısına dair söylediği çok şey var kuşkusuz. Meselenin özellikle antropolojik taraflarını uzmanlarına bırakarak pas geçip, bildiğim yerden devam etmek istiyorum.
Bu program tipinde şovu idare edenin konumlanış biçimi, Türkiye’de medya sosyolojisi çalışan herkesin aklına aynı şeyi getiriyordur tahmin ediyorum. Bu programlarda şovu idare eden, toplumda devletin gördüğü görevi görüyor. Konu hakkında yazılanlara bakarken, Prof. Dr. Mübeccel Kıray’ın ‘tampon mekanizma‘ kavramına atıf yapılarak, bu programların geçiş toplumunda gerçek kurumların yerini tuttuğuna dair yorumlar gördüm (Önder Durmuş’un bu konuda bir yazısı var örneğin). Ben bunun tam böyle olduğundan emin değilim. Bir taraftan, bu programların tahkikat sürecine eklemlenerek bir nevi kolluk kuvveti görevi yaptığı, bu bakımdan aracı rolü oynadığı doğru. Zaten bu program tipinin, polis ve savcı icazeti, hatta doğrudan desteği olmadan başarılı olması pek mümkün değil. Diğer taraftan, bir tampon mekanizmadan beklenebilecek bir otonomiye sahip oldukları kanısında değilim. Devletin rolünü üstlenmekten ya da onun yerini tutmaktan ziyade, onun halka ulaşabilirliğini arttırmak, bunu yaparken de devlet otoritesini yeniden üretmek üzerine kurulu bir iletişim yapısından bahsediyoruz bence. ‘Tampon‘dan çok, ‘vekil mekanizma‘ demek mümkün.
Bu programları izleyenler, şovu idare edenle, şovun asıl içeriğini üreten konuklar arasındaki hiyerarşiyi çözmüşlerdir. Aslında programın ekmek kapısı olan konuklar, yani incelenen vakanın paydaşları, şovu idare eden karşısında iki büklüm, hürmet, minnet ve korku içinde olmak durumundadırlar. Daha vücut dilinden başlayan, konuşma dilinde ise bir tarafın diğerine ‘siz’, diğer tarafın ise ona ‘sen‘ diye hitap ettiği, bir tarafın istediği gibi azarlayıp, öbür tarafın sesini azıcık yükselttiğinde uyarıldığı bir tahakküm modeli, ilk dakikadan itibaren kendisini gösterir. Bir talk show’a değil, polis sorgusuna tanıklık ettiğinizi hissedersiniz; bu tahakküm mekanizması, pornografik efekti de verir aynı zamanda. Şovu idare eden, hem polis/savcı olarak hem de sıradan halkın derdini çözen olarak ‘vekil devlet‘tir orada. Türkiye’de devlete atfedilen yarı tanrısal rolü de birebir taşır; hem sert ve muktedir, hem de bağışlayıcıdır. Hangi yüzüyle karşılaşacağınızı, huzurundaki hareketleriniz kadar sabıka kaydınız ya da amel defteriniz belirler.
Diğer taraftan bu programların ‘vekil devlet‘liği, asıl devlet ile kurduğu ilişkiden de gelmektedir. Şovu idare eden, devleti sıklıkla, aynı kendini program içinde tanımladığı gibi tanımlar, sıklıkla yüceliğine, muktedirliğine, adilliğine ve şefkatine gönderme yapar. Programın, devletin çizdiği sınırlar içinde hareket ettiği vurgulanır. Zaman zaman gündemdeki olaylar üzerinden doğrudan devlete aidiyet tazelenir. Hatta bazı dosyalar, zülf-ü yâre dokunmaya başladığında usulca kapatılabilir.
Gündelik yaşam pornosunun devletle kurduğu vekillik ilişkisinde, şovu idare edenin muktedirliğinin devletin muktedirliğinin iletecine dönüşmesi de sıradan ve otomatiktir. Didem Arslan’ın olayında olduğu gibi şovu idare eden, devletin anlatısına halel gelecek gibi olduğunda adeta sibernetik bir çeviklikle savunmaya, gerekiyorsa da saldırıya geçer. Sıradan insanın yaşamını izleyici için sömürmenin dahi sınırı burada çizilir. Didem Arslan da iyi biliyor ki, orada ‘birazcık anladığı’ Kürtçeyi yayında konuş(tur)saydı, programı için epeyce enteresan malzeme çıkartabilirdi. Kaldı ki, bunu daha evvel İngilizce olarak yaptığı da olmuştu. Ancak ‘vekil devlet’ sıfatıyla yurttaşı Kürtçe muhatap alamazdı.
Aslında Didem Arslan’ın olayını Twitter’da yayılan 10 saniyeyle değil de, daha geniş bir kesiti izleyerek incelediğinizde, kendisinin savunmasındaki bazı noktaların yanlış olmadığını görebiliyoruz. Programdan sesi alınan telefon konuğunun stüdyodakilere rahat hakaret edebilmek için Türkçeden Kürtçeye döndüğünü anlıyor, önce buna müdahale ediyor. Kayıtta ‘doğu dili’ diye anlaşılanın da bir önceki yarıda kesilen cümleye ulanan ‘o dili’ olduğunu birkaç kez kulaklıkla dinleyerek anlayabildim. Zaten baştan Kürtçe dedikten sonra ‘doğu dili’ demesi çok mantıklı değil. ‘Doğru düzgün, Türkçe konuşsun‘ kısmını bile, ‘hakaret etmek için Kürtçeyi kullanmasın‘ demek istemesiyle kısmen açıklamak mümkün. Buraya kadar tamam diyelim. Ama eğer Arslan, savunmayı tamamen Kürtçenin hakaret için kullanılacak olması ve izleyicinin ne söylendiğini anlaması üzerinden kuruyorsa, ‘Burası Türkiye Cumhuriyeti yani‘ kısmını nasıl açıklıyor? Bütün o panik içinde alt metni açık eden yer işte orası, devletin Kürtçeyle kurduğu ilişki bir başka deyişle. Vekil devletin ‘Burası Türkiye Cumhuriyeti yani‘ argümanı, asıl devletin aynı hafta içinde 9 siyasi kadın tutukluya Kürtçe şarkı söylediği için soruşturma açtırmasının, HDP’lilerin Kürtçe türkü söylediği mekana 30 gün kapatma cezası vermesinin de gerekçesiydi aynı zamanda. O zaman Arslan’ın ‘doğru düzgün, Türkçe konuşsun’ cümlesi de Diyarbakır Cezaevi’nin duvarındaki ‘Vatandaş, Türkçe konuş, çok konuş‘ yazısına dönüşüyor ister istemez.
Didem Arslan’ın yayındaki patlaması, ‘vekil devlet’likten doğrudan ‘sahibinin sesi‘ne geçiş mesafesinin ne kadar kısa olduğunu gösteriyor aslında. Bunu yaparken, korku filmlerinde gördüğümüz, bedeni başka bir varlık tarafından teslim alınan insanlar gibi ağzından doğrudan devletin sesinin çıktığını duyuyoruz. Bunu daha önce Müge Anlı’nın ağzından Van depremi zamanı, “Çocuğa taş verip attırıyorlar, dağda kuş gibi askerimizi vurduruyorlar. Sonra bir şey olduğunda gel Mehmetçik, gel polis diye yardım istiyorlar. Herkes haddini bilecek” olarak duymuştuk. Arslan, bunun kasıtlı olmadığını iddia edebilir, uzun kaydı 20-30 kez dinledikten sonra haklı da olabileceğini düşünüyorum. Ama kasıtlı olmaması, gerçekliğini azaltmıyor. Hatta itirazdaki ve tonundaki otomatiklik, kasıtlı olmasından da kaygı verici. Medyacı, kendini devletin vekili olarak konumladığında, ihtiyaç hâlinde ağzından kendi sesi değil, içindeki devletin sesi çıkıyor. Hele ki mevzu Kürt’ün, kültürünün, dilinin varlığı olduğunda…