DR. İLKER KÜÇÜKPARLAK*
@IKucukparlak

Afet bölgesinin dışında yaşıyorsun ve kendini kızgın hissediyorsun, üstelik bir şeyler değişmediği sürece kızgın olmaya devam etmek istiyorsun. Sana kendini daha iyi hissetmen için bir şeyler önerilince bırak iyi hissetmeyi, daha da kızgınlaşıyorsun.
Kızgın hissetmediğinde üzüntü geliyor, bu kadar trajedinin üzüntüsünün altından kalkamayacakmış gibi hissettiriyor. Üzüntüden daha kötüsü suçluluk. Milyonlarca insan kendi kabahatleri hiç olmadan bir dakika içerisinde derin bir çaresizliğe savrulmuşken; sen bir koltuğa, çoraplara, elektriğe, yemeğe, çaya, içme suyuna, kapısı olan bir tuvalete, belki evladına, belki kardeşine, belki sevgiline, evcil hayvanına ve önceden gözüne konfor gibi gözükmeyen tüm bu hayata sahipsin.
Sahipsin ve sahip olduklarına ihtiyaç duyduğun anda erişebildiğin için memnuniyet bile duyuyorsun. Bir an için aklından geçer gibi oldu, “Ya ben de bu kişi gibi hiç beklemediğim bir anda en sevdiğimi yitirseydim? Oh, iyi ki ben onun yerinde değilim…” Böyle de hissettiğine göre, artık ya bu yerinde olmak istemediğin o kişinin hayatını değiştirecek bir şeyler yapacaksın, ya da çok bencil birisin, bu kanaate varmış durumdasın. O kişinin hayatını ne kadar değiştirebilirsin? Çok az. Seni tatmin edecek kadar değil. Çaresiz durumdasın. Bir an önce bir şeyler yapıp bu insanların hayatlarına dokunmaya ihtiyacın var.
Empati yorgunluğu, kurtulmanın suçluluğu
Elbette bu yazıyı okuyan herkesin teker teker nasıl hissettiğini bilmeme imkan yok. Yukarıdaki pasajı psikolojide astroloji ve fal konusunu açıklayan Forer (ya da Barnum) Etkisinden esinlenerek hazırladım aslında. Toplum genelinde buna benzer bir ruh hali gözlemliyorum.
Bu durumun kabaca iki sebebi olabilir: ‘Empati yorgunluğu’ ve ‘kurtulmanın suçluluğu’. Empati normal durumlarda bile ruhsal bir yük oluşturabiliyorken, kitlesel bir travma ya da afet gibi durumlarda, birinci derecede etkilenen kişilerle yoğun biçimde özdeşim, altından kalkılması zor bir ruhsal yüke dönüşebilir.
Sağlık çalışanları, avukatlar, haberciler veya terapistler gibi profesyoneller için bile tükenmişlik modellerinden birisini oluşturur. Burada ikinci fenomen olan ‘kurtulmanın suçluluğu’ devreye girebilir. Afetten kendi etkilenmediği için suçlu hissediyorsa, tükenmişlik riski birey için endişe verici biçimde değil, bilakis adeta bir tür kefaret gibi, farkında olarak ya da olmayarak arzu ettiği bir olasılığa dönüşebilir.
Afet anında ve hemen sonrasında, afete uzaktan tanıklık edenler ellerinden bir şey gelmemesinin çaresizliğini yaşadılar, halen yaşıyorlar. Oysa afetle ilgili daha yapılacak çok şey var. Afet öncesinde de yapılacak çok şey vardı, bundan sonra muhtemelen yıllar boyu da yapılacak şeyler var.
Şok, kahramanlık, balayı, çaresizlik- yeniden yapılanma

İşin aksi gibi, muhtemelen bu ruh hali nedeniyle toplumlar afetlere benzer biçimde yanıt veriyorlar. İlk birkaç saat ‘şok‘ ile geçiyor, insanlar yakınlarına ulaşmaya ve afetin yıkıcılığını anlamaya çalışıyorlar. Sonra ‘kahramanlık‘ aşaması başlıyor ve toplum genelinin ilgi odağı bu afet oluyor.
Yaklaşık bir hafta boyunca insanüstü bir çaba ile enkazlar açılıyor, yardımlar toplanıyor, çadırlar kuruluyor. Sonra yaklaşık bir ay sürecek ‘balayı‘ aşaması boyunca ilk haftadaki kadar olmasa da yoğun bir çaba ve ilgi sürdürülüyor. Bölgeye önemli kişilerin ziyaretleri gerçekleşiyor. Genel bir iyimserlik havası oluşsa da, ilk ayın sonuna doğru toplum ilgisini koruyamamaya başlıyor ve ‘hayalkırıklığı‘ (çaresizlik) aşamasına giriliyor.
Bu aşama sürecin nasıl yönetildiğine ilişkin birkaç aydan yıllarla ölçülecek kadar uzun sürebiliyor. Afetten kurtulanlar balayı döneminde kendilerine verilen sözlerle ilgili hakikatle karşılaşıyorlar ve adaletsizlik, kaderine terk edilmişlik gibi hisleri deneyimliyorlar. Bu dönem uzarsa afetin yıldönümlerinde ruhsal tepkiler daha da şiddetleniyor. Son aşama olan restorasyon döneminde kişiler artık tekrar uzun vadeli plan yapabilecek duruma gelebiliyor.
Bakın ne gibi ihtiyaçlar belirecek
Özetle afetten etkilenen bölgede yıllarca yapılacak işler var. Binlerce insan bedensel engelli oldu, binlerce insan enkaz altında uzun süre su içemediği için böbrek yetmezliği ile hayatlarına devam edecekler. Binlerce insan ruhsal travma yaşadı ve alkolik olma riski altında. Binlerce insanın mimari, binlerce başkasının hukuki açıdan danışmanlığa ihtiyacı olacak. Binlerce çocuk akranlarından bir anda geride kaldılar ve matematikten İngilizce’ye kadar ek derse ihtiyaç duyacaklar. Binlerce insan ruhsal sağlamlıkları için resim yapmaya, öykü yazmaya, kitap okumaya ihtiyaç duyacaklar, bunları önceden yapmamış olanları da dahil. Özetle tam da toplumun ilgisinin dağılmaya başlayacağı o dönemde, topluma daha çok ihtiyaç olacak.
Elimizdeki bir bidon benzinle ne yapacağız?
Evet, kızgınlık yakıcıdır. Benzin gibi parlayıverebilir bir anda. Acaba toplum olarak bu kızgınlığı kendimize dönük yıpratıcı biçimde yaşamak yerine, bu kızgınlığımıza sahip çıkarak, bu kızgınlığı önce bu depremden etkilenenlere fayda üretmeye, sonra da bu afetlerin bir daha bu şekilde yaşanmayacağı bir ülke kurmaya dönük sistemli, istikrarlı ve soğuk kanlı bir çabanın yakıtı olarak kullanabilecek miyiz?
Kucağımızda beliriveren bu bir bidon benzini kafamızdan aşağı mı dökeceğiz, yoksa kızgın da olsa bir motor inşa edip onun yakıtı olarak mı kullanacağız?
*Psikiyatr, Türkiye Psikiyatri Derneği üyesi, Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği (CETAD) eğitmeni