Kayyuma devredilen Koza İpek Grubu’na ait Bugün TV’nin karartılmasının ardından dün gece de Bugün gazetesinin baskısı durduruldu.
Halihazırda gazeteye internet sitesinden ulaşılabiliyor. Ancak köşe yazılarının kaldırılabileceği, sitenin de karartılabileceği belirtiliyor. Bu nedenle gazetenin bugünkü köşe yazılarının tamamını, aynen yayınlıyoruz.
NAZLI ILICAK
Şirinler Köyü skandalı
Türkiye bunu da gördü… Bilirkişinin, bilgisayar oyunundan esinlenerek yaptığı “SMURFS VILLAGE” benzetmesini, hâkim, şirketin merkezi sanmış! Kararında, “Şirketin farklı adreste olan ortakları, Ankara Yenimahalle merkezindeki Smurfs Village, yani Şirinler Köyü’nde toplanıyorlardı” diyor.
Ankara’da Yenimahalle’de Smurfs Village var mı? Şirinler Köyü var mı? Hâkim beyefendi, çocuğunuz da mı yok? Olsaydı Şirinler’i bilirdiniz.
Bazı tetikçi utanmaz gazeteciler, “Koza’da Smurfs Village uygulaması yapılmış, para, ufak yekûnlar olarak transfer edilmiş” diye yazıyor. MASAK’ın, Vergi Dairesi’nin ve uluslararası denetim kuruluşlarının (dünyaca ünlü PricewaterhouseCoopers), bulamadığı Smurfs Village uygulamasını, o tetikçi utanmaz keşfetmiş.
Havuz medyasında “Himmet altınları”ndan söz ediliyor. Yardım için verilen paraların üzerine oturulduğu iddiası seslendiriliyor. Şirket yöneticilerinin açıklamalarından görüyoruz ki, “Himmet altını” denilen, Himmetdede Altın Madeni.
Herhalde “Cahiliye Devri”nde olmalıyız ki, havuz medyası da, kayyum atamasını yapan hâkim de konuyu anlamamış. Hâkim, Smurfs Village’ı, şirket ortaklarının toplandığı köy sanıyor. Havuz medyası Himmetdede Madeni’ni, himmet için toplanan altınlar zannediyor. Bu cahillerin hakkından İlber Hoca bile gelemez.
Zaten cahil olmasalardı bu kadar cüretkâr davranamazlardı.
Gaspa karşı direnme
Dün gece Tarık Toros’un makamında birlikteydik. İşgal ve gaspa direnme kararı aldık. Zira zulme karşı direnme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer alan bir haktır.
YAVUZ BAYDAR
Devlet tedhişi budur, suskun kalınamaz
Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) olarak dünkü başyazımızda şu gerçeği vurguladık:
“Herhangi bir yargılama olmaksızın, tek bir hâkimin imzası ile ve gerekçesiz bir şekilde Türkiye’nin önemli bir medya grubunu içinde barındıran Koza İpek Holding’e ait şirketlere kayyum atanmış, böylece mülkiyet hakkı ihlal edilmiş, basın özgürlüğü yok sayılmış, seçim arifesindeki Türkiye’de muhalif kesimlerin sessini duyurabildiği televizyonlar ve gazeteler susturulmuştur.”
“Koza İpek Holding’in iktidara muhalif ve etkili medya kurumlarına da sahip olduğu, kayyum atama kararının seçimlere bir hafta kala alındığı dikkate alındığında, basın ve ifade özgürlüğüne ve mülkiyet hakkına yapılan saldırının ağırlığı daha da iyi anlaşılmalı ve bu saldırının telafisi imkansız zararlara neden olacağı, çıkacak tazminatı da yurttaşların cebinden ödeyeceği bilinmelidir.”
Şimdi adını herkes net koysun:
Bir medya grubunun merkezine coplarla, biber gazıyla, kelepçe ve TOMA’larla kapıları kırarak, insanları döverek girmek, yayın kesmek, adıyla sanıyla bir ‘devlet tedhişi’dir.
28 Ekim 2015, Türkiye’de fikir, ifade, haberleşme, özel mülkiyet haklarının gasp edilmesi bahsinde bir ‘dehşet ve utanç günü’ olarak yerini almıştır.
Dün, Anayasa ve yasaların nasıl çiğnendiğini, ülkenin rahmetli Özal’dan itibaren altına imza attığı uluslararası insan hakları anlaşmalarının, demokrasi taahhütlerinin nasıl ayaklar altına alındığını bir kez daha gördü Türkiye.
Dün, benzerine en ilkel rejimlerde bile zor rastlanan bir şekilde, gazetecilik, habercilik, yayıncılık onurunun gözü dönmüş bir despotizm hırsı nedeniyle canlı yayında iğfal edilişine tanık oldu Türkiye.
Adını yine herkes net koysun.
Dün bu medya grubuna düzenlenen zorbalık, epeydir endişeyle izlenmekte olan ‘ağır çekim darbe’ sürecinde, çaresizlik içinde her an başvurulabileceği anlaşılan bir ‘büyük darbe’ sürecinin küçük ölçekli bir ‘kostümlü provası’dır.
Bu bir kayyum atama işlemi değildir.
Bu düpedüz bir ‘medyaya el koyma’ adımıdır.
‘Anayasal düzeni yıkmaktır’
Hukukçu Celal Ülgen yorumluyor:
”Bir şirkete kayyum atanması şirket yönetimi ile ilgilidir. Bu, yayının durdurulmasını ya da (yayın) politikasının değiştirilmesini gerektirmez. Kim olursa olsun, demokratik bir ülkede yayın durdurmak ve bunu kanunun etrafını dolanarak yapmak anayasal düzeni yıkmaya çalışmaktır.”
Ortada Anayasa namına fazla bir şey kalmadı zaten.
Ortada sorumluluk şuuru ve yönetim becerisi tamamen sıfırlanmış bir ‘Başbakan’ var.
Adı var kendi yok.
Ankara vahşetinin ardından ‘istifa’ çağrılarına gülen bir şahıs hâlâ Adalet Bakanı.
‘Kafalarını ezeceğiz’ diyen bir diğeri, vatandaşın ‘güvenliği’nden (!) sorumlu.
7 Haziran’dan beri çalıştırılmayan bir Meclis var.
Yargı tek kişinin temsil ettiği ceberut iktidarın tahakkümü altında ezim ezim ezilmiş durumda.
Medya, havuzcu ve havuççu patronuyla, Türkiye’nin açık faşizme adım adım gidişini ‘trene bakar’ gibi izleme modunda.
Bunun asıl sebebi, sözde ‘merkez’ medya patronlarının halkımızın demokrasi derdiyle, özgürlük kavgasıyla zerre kadar ilgilenmemekte olmasıdır.
Bu, dünkü yayınlarındaki aldırmazlıkla, haftalardır muhalefeti dışlamalarla artık iyice tescillenmiştir.
Türkiye’nin gazetecileri: Susmayın!
Bütün temel koşullar, ülkede bir ‘iktidar gaspı’nın eşiğinde oluşa işaret ediyor.
Sebebi de bellidir:
Reha Çamuroğlu’nun tasviriyle, ‘Türkiye artık Deli Dumrul’un Türkiye’si olmuştur.’
Bu çıkmaz sokaktan ülke olarak çıkmak zorundayız.
Beraber yaşamak istiyorsak, bundan başka çaremiz yok.
Umudunuzu koruyun.
Bu dünya hiçbir diktatörlük heveslisine kalmamıştır.
Hele Türkiye, hiç.
Zulüm ne kadar artarsa artsın, seçmenin bitmemiş bir şarkı olan demokrasi’ye daha sıkı sarılacağından ve bu kabusa pazar günü bir nokta koyacağından kuşku duymayın.
Son sözüm de yine ‘penguen medyası’na: Bakın, dünkü ‘tedhiş’ manzarası, bir emsal oluşturmaktadır.
Suskunluktan, riyakarlıktan, inkardan vazgeçin.
Korkmayın.
Demokrasi, gazetecilerin susmadığı düzenin adıdır.
Susmayacağız.
ORHAN KEMAL CENGİZ
Sarayın muhafızları düzeni
İran İslam Devrimi’nden sonra yapılan ilk işlerden birisi de bir “Devrim Muhafızları” alayı oluşturmaktı.
Bu “muhafızlar” bütün emirleri dini liderden alır ve onun emirleri dışında hiçbir kuralı, hiçbir kurumu tanımazlardı.
* * *
Toplumun üzerinde mutlak bir kontrol kurmanın ve tepedekinin iradesinin toplumun atomlarına kadar empoze edilmesinin aracıydı devrim muhafızları.
Bugün Koza İpek Grubu’na yapılanları, bu grubun medyasına el konmasını, sadece otoriterleşmede yeni bir adım veya medyayı susturmada yeni bir merhale olarak okuyanlar yanılıyorlar.
* * *
Tanık olduğumuz şey, bir Saray Muhafızları düzeni kurulmasıdır.
* * *
Bugün Koza İpek Grubu’na el koyarken, yarın Türkiye’de bütün medyaya, bütün ticari işletmelere el koyacak bir model üretiyorlar.
* * *
Ankara’da bir savcı, bir hakime bu ticari işletmelere “kayyum” atayın diyor.
Bir Sulh Ceza Hakimi, görünürde 9 sayfalık ama aslında aynı sözlerinin sürekli tekrarlandığı bir karar yayınlıyor ve milyarlarca dolarlık bir holdinge el koyuyorlar.
* * *
Bu kadar korkunç sonuçlar üreten bir karar için, hakim bir tek somut gerekçe yazma zahmetine bile girmiyor.
Usulsüz para transferi yaptılar diyor; bağış ve alımları ticari hayata aykırı bir şekilde yaptılar diyor…
Ama bir tane bile, şu tarihte, şu banka aracılığıyla, şu şekilde bir usulsüzlük yapıldı demiyor.
* * *
Böyle bir hukuk mantığıyla, Türkiye’de bütün ticari işletmeleri, bütün gazeteleri, bütün televizyonları kayyum idaresine verebilirsiniz.
* * *
Bu kayyumu, bu şirketlerin sözde işledikleri suçları önlemek için atıyorlar.
Peki ne yapıyor o kayyumlar ilk iş olarak?
Koza İpek Grubu’nun televizyonlarına, gazetelerine giriyor, yayın akışına müdahale ediyor, yayını durduruyor.
* * *
Korkunç bir ahmaklıkla veya ideolojik bir saplantıyla malul olmayan herkesin çok rahat görebildiği gibi, bu şirketler grubunun en önemli suçunun Sarayı rahatsız eden yayınlar yapmak olduğunu anlıyoruz.
Canhıraş bir şekilde bu “suçu” engellemeye çalışıyor kayyumlar…
* * *
Sözde “suçu önlemek” ve “şirketi korumak” için atanan bu kayyumların, şirketlerin köküne kibrit suyu dökmeye çalıştıklarını, onların tek derdinin medyayı susturmak olduğunu görüyoruz.
Hiçbir hukuk kuralıyla bağlı hissetmiyorlar kendilerini…
* * *
Gözümüzün içine baka baka, Saray’ın muhafızları rejiminin egemenliğini ilan ediyorlar…
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce…
ADEM YAVUZ ARSLAN
Biz başımız dik yürüyeceğiz, ya siz?
Gazetecilikte 20. yılım. Meslekte bugüne kadar çok sıkıntılı dönemler, çok sorunlu zamanlar geçirdim.
Ama hiçbirinde dün akşamki kadar bunalmamış, kalbim sıkışmamıştı.
1.5 yıldır temsilci olarak bulunduğum Washington’da gelişmeleri izlerken adeta kahroldum.
Sabahın 4.30’unda TOMA’lar, çevik kuvvetler ve polisler medya binamızın önüne geldi.
Hani darbeciler sabahın köründe kapıları kırıp içeri giriyordu ya, bunlar da aynen öyle yaptılar.
CHP Milletvekili Eren Erdem’in tabiriyle ‘gözlerinden nefret fışkıran’ polisler mesai arkadaşlarımı yerlerde sürükledi.
Yüzlerine biber gazı sıktı.
IŞİD militanlarının kollarına bile girmeyen polisler muhabirlerimize ters kelepçe takıp götürdüler.
Kapıları kırdılar, gaz sıkarak, su sıkarak gazetecileri ite kaka medya grubumuza girdiler.
Polisler haber merkezlerimize girdi. Arkadaşlarımızı kolundan tutup atmaya çalıştılar.
Minibüse doluşup gelen kayyum efendiler (hiçbiri yasal değildi) koşa koşa yönetim katına çıktılar.
Gayet keyifli gözüküyorlardı.
Kurumumuzun legal ve meşru yöneticilerine ‘siz burada misafirsiniz, artık biz varız’ diye hitap etme terbiyesizliğini de gösterdiler.
Doğrudan rejiye inip Kanaltürk’ü kararttılar.
BUGÜN TV’ye müdahale edecekken Tarık Toros ve Erhan Başyurt’un cansiparane mücadelesiyle yayınımız kurtuldu.
Mesai arkadaşlarım kendilerini rejiye kapatıp yayını zor şartlarda sürdürmeye çalıştı.
Her dakika ‘her an yayınımız kesilebilir’ diyerek yayın yapmak zorunda kalan arkadaşlarımız Türk medyasının itibarını kurtardı.
Kendi kanalımızı kurtarabilecek miyiz bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var; yapılan bir darbedir.
Faşizmdir.
Atanan kayyumlar da gayrimeşrudur. Hedefleri net; bizi havuza çevirmeye çalışacaklar.
Fakat yanılıyorlar.
Ne Akın Bey’i ne de bizi tanıyorlar. Sabaha kadar kapının önünde bekleyen okurlarımızı tanımıyorlar.
Medya grubuna kapıları kırarak girenler, gaz sıkanlar, gazetecileri darp edenler yarın çok utanacaklar.
Her türlü baskıya rağmen boyun eğmeyen Akın İpek ve ailesi…
Yayın Yönetmenimiz Erhan Başyurt, BUGÜN TV Yayın Yönetmeni Tarık Toros, Erkan Akkuş, Murat Erdin ve tüm muhabir arkadaşlar, editörler, teknik personelimiz ve okurlarımız.
CHP Milletvekilleri Barış Yarkadaş, Mahmut Tanal, Eren Erdem ve diğerleri…
Biz, hep birlikte yarın da başımız dik yürüyeceğiz.
Helal para ile kurulmuş ve alın teri ile büyütülmüş bu medya havuza dönüştürülemeyecek.
Hepimizi işten atsanız da, kafamıza silah da dayasanız kimse sizin istediğiniz yayınları yapmayacak.
Korkularından üç maymunu oynayan, görmezden gelen gazeteciler sessiz kalsalar da biz bu mücadeleyi sürdüreceğiz.
Tek üzüntüm, kahramanca mücadele eden arkadaşlarımın yanında olamamaktı.
DOĞU ERGİL
PARALEL
Siyaset sahnesinde en üst makamdan konuşulunca insan makama saygı gereği inanmak istiyor. Mesela, “Operasyon medyası karşısında kendi medyamızı dayatalım demedik. Medya özgür olsun, rekabet olsun, renkli olsun dedik.” Bu önermeye kim karşı çıkabilir? Ama o zaman neden havaalanlarının bekleme salonlarında sadece iktidarı destekleyen gazeteler yolculara sunuluyor da diğerleri yok? Neden “havuz medyası” diye bir olgu yaratıldı. Neden eleştiren yayın organları sürekli saldırı altında; yazarları işten atılıyor veya kovuşturmaya uğruyor? Neden kimi TV kanalları devletin verici hizmetinden mahrum bırakılarak karartılıyor?
“Dayatmacı sahte din anlayışı karşısında bu ülkeye din, mezhep, inanç dayatanlardan olmadık.” İşte gerçek laikliğin, dolayısıyla demokrasinin temeli olabilecek bir önerme. Öyleyse, biz bilim, sanat ve teknoloji üretebilecek kapasitede bir gençlik yetiştirmek istiyoruz demek yerine, neden “Dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” deniyor? Dindar gençlik yetiştirmek devlete, hükümetlere mi düşmüş?
Bu soruya “evet” demek “hangi din, hangi mezhep” sorularını da beraber getirir. Alevilerin birkaç makul isteklerinin bile karşılanmadığı bir dindarlık anlayışı ancak mezhepçiliğe yol açar. Bilimsel düşünceden ve felsefeden kopuk dindarlık, dinin giderek daha radikal yorumlarına yol açar ki bu damar, devlet/hükümet eliyle öğretilen dini hiçbir zaman yeterli görmez. El Kaide ve IŞİD bağlantılı hareketlerin ülkemizde kolayca örgütlenmeleri, dindar olsun da nasıl olursa olsun anlayışından kaynaklanmış olabilir mi?
Şimdi bu radikal/cihatçı akımlar, ülkedeki resmi din öğretisini bir sapma, küfür olarak görüyorlar. Onlar için resmi din öğretisi “sahte”. Her yere, idare binalarının yanına bile inşa edilen camiler de gösteriş simgesi…
“Bu topraklarda adam yetişmesin diye ellerinden geleni yaptılar… Tek sesli, tek renkli diktatörler karşısında el pençe divan duran medyayı…”
Pek çok konuda öfke içeren ve daha kötü bir geçmişle hesaplaşan bu konuşma, tüm TV kanallarından verildi (başkası olamazdı). Cumhuriyet, yoksul ve geri kalmış bir toplumun çağı yakalama projesiydi. İlk hedefi eğitimli nesiller yetiştirmekti. Bu konuda epey yol alınmış olmasaydı ne şimdiki siyasetçiler bulundukları yerde olurlardı ne de bu yıl kimya Nobel’i alan Dr. Aziz Sancar, başarısını Türkiye’de aldığı tıp eğitimine borçlu olduğunu söylerdi.
Sorun, eğitimin kalitesinden çok (onda da çok eksiğimiz var) bu eğitimin özgür, araştırıcı, sorgulayıcı bireyler yetiştirmeye dönük olmaması. Rejimin hiç değişmeyen otoriter yapısı kendisini sorgulayacak bireyin de eğitimin de önünü hep kesti.
Bu nedenle şikâyet edilen şey şimdi eskisinden daha iyi değil, üstelik bu çağda bilimsel düşünceyle çatışan inanç temelli bir eğitim istemek zamanın ruhuna aykırı.
“Diktatörler karşısında el pençe durmaya” gelince… Önerme doğrudur. Diktatörler çağında durum böyleydi. Türkiye bunu büyük ölçüde aştı ama demokrasi çağında tek-adam rejimi aramayı, hatta dayatmayı nasıl açıklanmalı?
Kabataş!
İnsan başını niye örter? Dininin gereği olduğuna inandığı için. Pekiyi din dürüstlük, meslek ahlakı, yalan söylememeyi de emretmez mi?
O tarihte gazetede editör olarak çalışan M.S, Star Gazetesi’nde yayımlanan deri eldivenli adamların saldırısına uğradığı hatta üstüne işendiği iddia edilen olay kadınla “röportajı” için gazeteci E.Ç’ye soruyor: “Bunları bu kadın mı anlattı?” E.Ç’nin yanıtı: “Psikolojik olarak bitmiş durumda… Konuşacak hali yoktu. Ne anlatabilirdi ki? Ama ne demek istediğini ben anladım!”
Gerçekten paralel bir dünya üretildi siyaset adına, yalan dolan ve çarpıtmanın sıradanlaştığı…
İBRAHİM ÖZTÜRK
Adaletle yükseliş, zulümle çöküş
Yaşadığımız AKP zulmünü kastederek soralım: Nasıl oldu da dünün mazlumu olan ve bize adalet-kalkınma vadederek iktidar olan bir siyasi hareket, adeta Kerbelâ misali kardeşlerini katleden bir canavara, bir Frankeştayn’a dönüştü? Nasıl oldu da bir grup ‘siyasi tarafgir’ adeta ‘merhamet etme, su verme, vur, omuzların üzerinde baş koyma’ çığlıkları atar hale geldi?
İşi biraz derinden alalım. Zira günümüzde ülkemiz, medeniyetimiz, dinimiz, kardeşliğimiz, bir arada yaşama irademiz adeta yeni bir Moğol saldırısı altına alınmıştır. Milletlerin ve medeniyetlerin yükseliş ve çöküşünü açıklamaya çalışan çokça çalışma yapıldı. İbn-i Haldun’un (1332-1406) Mukaddime’sinden Mancur Olson’un Milletlerin Yükseliş ve Çöküşü (1980), Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri (1989) ve son olarak da ünlü iktisatçımız Daron Acemoğlu’nun ‘Milletler Neden Çöker?’ adlı eserine kadar uzun bir liste var.
Benim tarihten öğrendiklerime göre medeniyetler adalet ve mefkûre ile yükselir, zulüm ve misyonsuzluk ile çöker. Bütün bulguları harmanladığımda şöyle bir manzara görüyorum: Patolojik hükmetme dürtüsüne yenik düşen muktedirler gerçeklerden kopar, savaş dahil çatışmacı maceralara girerler. Sonunda temelsiz hayallerini ve kaybedilen savaşları finanse etmek için eş zamanlı olarak yüksek vergiler ve yolsuzluklar kaçınılmaz olur. İkisi de üretip alın teriyle kazanmak ruhunu yok eder. Böylece altın yumurtlayan tavuk tek seferde kesilmiş, kaynaklar da kurumuş olur. Kısır döngüdeki atalet ve adaletsizlik ortamında bir yandan kralın zulmü artarken, diğer yandan da toplumsal çatışmalar derinleşir. Derken vadesi bitmiş, kral gitmiş ancak geride enkaza dönen bir memleket ve medeniyet kalmıştır.
Aynen burada tarif edilen dürtüler ve fantezilerle Türkiye’de de devlet geleneği ve kurumsal hafıza yok edildi. Felç edilmiş devlet aygıtı artık yıkılışın eşiğindedir. İçeride barış bitmiş, dışarıda imaj ve milli çıkarlar adeta kurtlar sofrasına terk edilmiştir.
Yönetenler de pekâlâ ‘kazananın kaybettiği’ bir ‘Pirus Zaferi’ne doğru ilerlediklerinin farkında olsalar da girdikleri suç bataklığında çırpındıkça batıyorlar.
Özgürce yazarlık yaptığım İpek Medya Grubu’na salı günü yapılan kayyum atama hadsizliği işte bunun son göstergesidir. Bu, bir çeşit ‘el koyma’, apaçık bir ‘müsadere’ sürecinin başlangıcı. Tıpkı daha önce Bank Asya’ya yapıldığı gibi. Eksik bulamayıp işgal edip, şirketin verileriyle oynayıp, göstergeleri değiştirip, gırtlağına kadar suça batmak pahasına tümüyle el koymak.
Oysa geçmişe yönelik bütün detaylı araştırma ve incelemelerde en ufak bir ihmal ve usulsüzlük bulunamamış. İşte sorun da zaten tam burada başlamış. Kurt bir kere kuzuyu yemeğe karar vermiş. Haram havuz medyasında olduğu gibi, uzaktan kumanda ile çalışan, ‘sahibinin sesi’ yapamadıklarını yok etme kararı almışlar.
‘Hükümet yargısı’, aldığı siyasi talimatlara uygun olarak, devasa bir mülke ve medyaya el koymak üzere şöyle bir ‘makul şüphe’ üretmiş: ‘Türkiye gibi çok kötü yönetilen bir ülkede, bir şirketin bu kadar mükemmel olması el koyma gerekçesidir.’
Bunun sonuçları elbette vahim oldu ve olacak. Büyümeyen, finansman kaynakları kurumuş, hukuku rafa kalkmış, can ve mal güvenliği kalmamış kısaca yarını belirsiz bu ülkeye geleceği kurtaracak kritik yatırımlar çekilemiyor. Kimse canını, malını ve özgürlüğünü sokakta bulmadı.
Türkiye adeta ‘kolektif bir sorumsuzluk sarmalında’, siyasi, iktisadi ve ahlaki planda çoklu bir iflasa doğru sürükleniyor.
Söz bitti, rey halkımızda.
PERİHAN ÇAKIROĞLU
Anahtar sözcük özgürlük
Sevgili okuyucular, gazetecilik mesleğini farklı yayın organlarında 37 yıldır sürdüren birisi olarak bir gün çalıştığım gazetenin binasına girmeme polislerin engel olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Bugün Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyoruz. Bu yazıyı yazmak için büyük mücadele verdim. Öyleyse biz ne Cumhuriyet’i ne demokrasiyi ve ne de basın özgürlüğünü tam içselleştirmişiz.
Bunca yıl boşuna mı geçti? Hepimiz daha iyi, daha kaliteli ve yüksek standartlara sahip bir ülke için çalıştık. Gelişmekte olan değil gelişmiş ülkelerin ligine erişmek için çabaladık.
Çocuklarımıza yaşanabilir, özgür ve refah seviyesi yüksek bir Türkiye’yi emanet etmek için canımızı dişimize kattık.
Onlar bizim yaşadığımız zorluklarla, darbelerle, baskılarla otoriter rejimlerle boğuşmasınlar diye uğraştık durduk.
Ekonomi büyüsün, hukuk düzeyi Batılı ülkeler seviyesine ulaşsın ki, yerli ve yabancı yatırımcılar ülkemize zenginlik getirsin diye ter döktük. Yılmadan sorduğumuz soruların, sorguladığımız konuların ana amacı buydu. Gecemizi gündüzümüze katarak yazdık durduk.
Özgür basın, özgür toplum
Bugüne geldiğimizde umutsuzluğum had safhaya ulaşsa da yarınların çok daha özgür, çok daha demokratik, çok daha hukukla barışık olacağına inanıyorum.
Çünkü başka gidecek yolumuz yok. İktidarlar gelip geçer, baki olan Türkiye’dir. Hepimiz bu ülke için çalışan birer neferiz. 1 Kasım seçimlerinde ülkenin önünün açılacağını düşünüyorum.
Ama bilin ki, en önemli kavram “Basın özgürlüğü”dür. Bu özgürlük biz gazetecilerden de çok toplumun özgürlüğüdür. Bilgiye ulaşma, eleştiri yaparak ülkeyi yönetenlere katkılar sağlama özgürlüğüdür.
Türkiye’nin başında kim olursa olsun, hangi parti ve hangi kişiler yönetirse yönetsin hiç önemi yok. Tek önemli şey, bu topraklarda yaşayanların huzuru, mutluluğu ve özgürlüğüdür.
Mesela, kendi adıma bugüne kadar boşuna yazmadığımı bilmek istiyorum.
Üç maymun teorisi işlemez
Ekonomi alanında çalışan birisi olarak şunu da söylemek istiyorum: Bugün iş dünyası da özgürlük mücadelesi veriyor. Konuşamıyorlar, kendilerini ifade edemiyorlar. Oysa, korkmadan konuşmaları lazım. Çünkü, hep birlikte konuşursak “özgürlük” hepimizin olur. Üç maymun teorisi bir süre için işler, sonrasında her şey doğasına döner.
BUGÜN Gazetesi’ne 10 yıl önce girdim. İlk şartım; “İstediğimi yazacak mıyım” meselesiydi. “Evet. Biz sizden, tecrübenizden ve network’ünüzden azami yararlanmak istiyoruz” dediler.
Gerçekten de karışmadılar.
Patronumuz Sayın Akın İpek olsun, Genel Yayın Yönetmenimiz Erhan Başyurt ve diğer yönetici arkadaşlarımız olsun, bazen onları zorda bırakabilecek yorum, değerlendirme ve eleştirel yazılarıma bile hep saygıyla yaklaştılar.
Sevgili okuyucular, Koza İpek Grubu’na biliyorsunuz ki el konuldu, kayyum atandı. Bunun haklı olup olmadığını hukuk mücadelesi gösterecek. Bu duygularla Cumhuriyet Bayramınızı kutluyorum.
SADETTİN ORHAN
Hayalinizdeki Cumhuriyet bu muydu?
Rahmetli Çetin Altan, son yazısında “Hayalimdeki ülke bu değildi” demişti.
Cumhuriyet’in ilanı üzerinden tam 88 yıl geçti. Biz cumhuriyeti;
* Fikir hürriyeti
* Teşebbüs hürriyeti
* Vicdan hürriyeti
* Kuvvetin şahısta değil kanunda ve hukukta olması
* Halkın, milletin, vatandaşın rey/oy/seçme hürriyeti
* Düşünceyi basma ve yayma hürriyeti
* Çalışma hürriyeti
* Okuma, yazma, paylaşma hürriyeti
* İnanma hürriyeti
* Örgütlenme hürriyeti
* Eleştirme hem de kıyasıya eleştirme hürriyeti olarak biliyoruz.
Gelin görün ki Cumhuriyet’in 92. yılında, başında bile yapılmayan yapıldı! 2015 Türkiye’sinde 1923 Türkiye’sinde görmediğimizi gördük. Bir basın kuruluşu polis zoruyla basıldı, yayınları karartıldı, çalışanları tartaklandı ve bütün bunlar dünyanın gözü önünde cereyan etti. Birisi “90 yıllık reklam arası bitti” demişti. Yani 90 yıl öncesine, İttihat Terakki dönemine dönüşü hayal ediyordu. Fakat heyhat, bu mümkün değil. Olmayacak.
Medenilere galebe ikna iledir
Bazen aktüaliteye kapılmak, insanın büyük resmi okumasını zorlaştırabilir. Fakat insanlık kılıç ve kaba kuvvet devrini kapattı. Artık medeni dünyada geçer akçe düşünce, fikir, açıklık ve ikna kabiliyetidir. BUGÜN’ü, BUGÜN TV’yi, Kanaltürk’ü ve tüm muhalif medyayı kapatsanız sosyal medyayı kapatamazsınız. Sosyal medyayı kapatsanız interneti kapatamazsınız. Tek çareniz, Tarık Toros’un dediği gibi fişi çekmek. Yani bu yol çıkmaz sokak.
Susacak mısınız?
Tarih boyunca yasaklanan düşünce ilgi görmüştür. Yasaklanan mecra talep görmüştür. Yasaklı kitaplar köylerde el yazısıyla çoğaltılmış ve elden ele dolaşmış, yasaklı filmler, müzikler, eserler daha fazla merak uyandırmıştır. Yani sosyolojiyle savaşı kazanan olmamıştır. Bunu AK Parti yönetimindeki hemen herkesin de çok iyi bildiğini biliyoruz. Zira basına yansıyan parti toplantı tutanaklarından anlıyoruz ki halen aklıselim insanlar var. Burada soru şu; bu aklıselim, Türkiye uçuruma yuvarlanmadan harekete geçerek bu çılgınlığı durdurabilecek mi? Yoksa sosyolojiyle girişilen bu akıl almaz savaşın maliyetine hep birlikte mi katlanacağız?
Bizim hayalimizdeki Cumhuriyet bu değildi. Buna razı değiliz, olmayacağız. Bu millet de buna razı olmayacaktır.
AYKUT IŞIKLAR
Cumhuriyet’i kutlamam için, içimde hissetmem gerekir
Gözü dönmüş garip canlılar gazetenin bahçesine girip kapıları, camları kırıyor. Yanlarında da ne işe yaradığını anlayamadığımız ‘çekici aracı’ var. Acaba gazete binasını araçla çekip yerinden mi oynatacaklar?
Gazete yazarı gecenin bir saatinde evinin kapısında dört kişinin saldırısına uğruyor. Saldırganlar bunuyor ama sadece biri tutuklanıyor.
Hemen o günlerde birileri de bilimsel çalışmalara dalıyor. Başta Kanaltürk TV olmak üzere, BUGÜN TV gibi 7 ayrı kanalı susturmak için düğmeye basıyor. Önce kablolu yayınlardan çıkmalarını sağlıyor sonra da uydu musluğunu kapatıyor. Yani bu TV kanalının ekranlara gelmesini engelliyor.
Medyanın başına gelenler bunlarla kalsa iyi… Bir sabah, biri Cumhuriyet savcısının direktifi(!) üzerine geliyor ve “Beni Koza İpek Grubu’na kayyum tayin ettiler” diyor. Yani BUGÜN Gazetesi’ni susturmak istiyor.
Pek çok gazeteci Cumhurbaşkanı’na hakaretten mahkemeye çağrılıyor. Kimi ceza alıyor, kimi bir daha yaparsan içeri girersin haa. denilerek korkutuluyor. Bir tweetten insanlar cezalandırılıyor.
Bir başka beyin takımı da başka ince hesaplar ile oy peşinde koşuyor. Bayram öncesi-arası-sonrası derken, ekim ayının sonunda beş günlük tatil yaratıyor. Maksat, geliri iyi olan yani CHP’ye oy verme ihtimali yüksel kişileri İstanbul, Ankara ve İzmir’den kaçırmak.
Hadi havuz medyası özgür. İstenileni istenildiği gibi yazmakla yükümlü. Onların bir adı da zaten yandaş medya… 20’ye yakın TV ve gazete, fotokopi gibi. Peki vatandaşın ödediği vergilerle yayın yapan TRT’ye ne oluyor? Bu kadar açık ve vicdansızca siyasi taraf olmaya hakkı var mı? TRT’nin Cumhurbaşkanı ve AKP’ye ayırdığı zaman ile diğer partilere ayırdığı zamanı karşılaştırıp siz karar verin. Ben tek kelime etmiyorum.
Cumhurbaşkanı, Allah’ın günü bir yerde, seçim mitingleri gibi açılış yapıyor. En kötü olasılıkla muhtarları ‘saray’a çağırıyor. Nasıl olsa o konuşmalar aynı anda 17 TV kanalında canlı yayınlanacak.
Tüm bu manzaralar her gün gözümüzün içine sokularak tekrarlanıyor. Anayasa filan ne kelime… Öyle bir kelimeyi hatırlayan yok. En kötüsü devleti temsil eden kişilerden tek bir ses gelmiyor. Onları hatırlarsınız. Hani bir zamanlar TBMM’yi titreten, hükümetleri deviren Yargıtay başsavcıları vardı. Hani Anayasa Mahkemesi başkanları vardı. Hani “Biz Cumhuriyet’in bekçisiyiz? Atatürk Cumhuriyet’i bize emanet etti” diyenler vardı? Hani laik, çağdaş hep ileri düşünen vizyon sahibi öğretim görevlileri vardı? Hani demokrasi aşığı, özgür yaşamak için canını feda etmeye hazır bilim adamları vardı? Doktorlar, hakimler, avukatlar yazarlar, ressamlar, gazeteciler vardı. Nereye gitti bu vatanseverler?
O zaman biz bugün neyin bayramını kutluyoruz? Cumhuriyet kalmamış ise Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak kendinle dalga geçmektir. Biliyorum çok şeyimizi kaybettik. Buna onur, gurur ve şerefimiz dahil. Çocuklarınıza bırakacağınızı ev, arsa ile kendinizi kandırmayın. Kendimizi kurtarmak için tek bir yol kaldı. 1 Kasım günü oyumuzu verirken, bizi bu duruma getirenlerden hesap sormak… Şayet kendine bu düzeni layık görüyorsan… Yarın daha beter olduğunda sakın ağlama. “Kendim ettim kendim buldum” şarkısını söyleyip sürünmeye devam et…
CÜNEYT TANMAN
Adalet
“5 yıldır beraber çalıştığım gazetemde olanlara nasıl sessiz kalabilirim ki? Politika tarafsız kalmaya çalışan beni bile isyan ettirecek bir noktaya getirdi. Hukuk herkes için hava, su gibi lazım”
Ülkesini çok seven bir spor adamıyım. 40 yıldır bu camianın içindeyim ve sadece bu platformda kalmaya çalıştım. Galatasaray ve Milli Takım kaptanlığına yükseliyorsanız toplumun büyük kesimi tarafından seviliyorsunuz demektir.
Siyasete hiç girmedim
Değişik partilerden gelen siyasete girmem konusundaki tekliflere hiç sıcak bakmadım, hepsini kibarca reddettim. Spor ve politika o kadar iç içe girdi ki bunun dışında kalmak, kaçmak artık mümkün değil. Özellikle de tam da bugün. Politika, tarafsız kalmaya çalışan beni bile isyan ettirecek bir noktaya getirdi.
Politikacılar, Türkiye’yi yönetenler öyle bir iklim oluşturdular ki, en yakın dostlarımızla bile tartışamaz, konuşamaz olduk. İzleyecek televizyon kanalı, inanılacak gazete bulamaz olduk.
5 yıldır çalıştığım BugÜn Gazetesi’nde spor servisi haricinde çok tanıdığım insan yoktur. Spor servisi dışında sadece Genel Yayın Yönetmenimiz Erhan Bey’le 2-3 kere bir araya gelmişliğimiz var. Beraberliğimiz esnasında hiçbir gün bana herhangi bir konuda müdahale etmemiştir. Digiturk’ten çıkarılışı, kayyum atanması tanıdığım tüm tarafsız hukukçular tarafından haksızlık, hukuksuzluk olarak değerlendiriliyor. Seçime 5 gün kala böyle bir uygulamanın yapılması da işin bir başka dikkat çekici yönü.
Raporlar tertemiz ise…
Tabii ki bir suç varsa gereği yapılmalı ancak bilirkişi raporlarının temiz olmasına rağmen bu el koyma hadisesi esası, zamanlaması, şekli itibariyle yanlış bir uygulama. Bugün hukuksuzluğa imza atanların da gelecekte ona çok ihtiyacı olacağına inanıyorum. Adil bir hukuk, adil yöneticiler istiyoruz. Kumpaslardan, kurgulardan, kavgalardan, dayatmalardan bıktık usandık. Yurtta sulh, cihanda sulh istiyoruz. Bunun için 1 Kasım çok önemli. Ülkemizi seviyorsak, barışı, huzuru özlediysek sandığa gidelim gerekeni yapalım.
LEMİ ÇELİK
Yüz karası
“Maalesef Türkiye kötü günler geçiriyor. Türkiye’de insanlar ‘benden olanlar’ ve ‘olmayanlar’ diye ikiye ayrılmış durumda. Kendilerinden olmayanlara zulüm yapan, ekmek vermeyen, işlerine engel olan kişiler ve siyasetçiler tarihe de yüz karası olarak geçecektir”
Tarih daima, demokrasiye, hukuka, özgürlüklere destek veren insanları ve siyasetçileri yaşatmıştır. Böylesine insanlar yüz yıllar geçse de her zaman kahraman gibi hatırlanır. Dünya siyasetinde ve tarihinde böylesine nice insanlar var. Ancak tarih demokrasiye, hukuka, özgürlüklere baskı yapan ve müdahale eden siyasetçi ile diktatörleri asla unutmamıştır. Bundan sonra da unutmayacaktır. Ve de affetmeyecektir.
Futbolda da aynı gerçek
Maalesef Türkiye kötü günler geçiriyor. Türkiye’de insanlar ‘benden olanlar’ ve ‘olmayanlar’ diye ikiye ayrılmış durumda. Kendilerinden olmayanlara zulüm yapan, ekmek vermeyen, işlerine engel olan kişiler ve siyasetçiler tarihe de yüz karası olarak geçecektir.
Bu gerçekler ne yazık ki, Türk futbolunda da yaşanıyor. Spor eğitimini ve bilgi birikimine önemsemeyen, işi ehline bırakmayan; tamamıyla ‘bendendir’ zihniyetiyle Türk futbolunu yönetmeye çalışıp maalesef batıran birçok isim sayabilirim. Türk futbolunu bu hale sokan birçok adama görev verilmesinin baş sorumlusu ise Türkiye Futbol Federasyonu’dur. Kimse kendini Türk futbolunun iyi yerlerde olduğu fikrine kaptırmasın.
Herkes aynı şeyi düşünmez
Devlet televizyonu TRT gibi kanallarda kendi yandaşları zengin ediliyor. Peki onlardan olmayanlar veya onlar gibi düşünmeyenler, bu vatanın evlatları değil mi? Sadece bu bile insanların ülkemizde ayrıştırıldığının açık bir göstergesidir. Bu hem Türk futbolu hem de ülkemiz için bir yüz karasıdır. Şimdi yine bir medya kuruluşu yandaş yapılmaya çalışılıyor. Yandaşlaştırılan televizyonda yapılacak programlar işinin ehli olmayan; hatta bir fikri, bir dünya görüşü olmayan insanlar tarafından dizayn edilecek. İşte bu gerçekten bir yüz karasıdır.