Cenevre’deki görüşmelerin ikinci turundan da sonuç çıkmadı. Barış müzakereleri çöktü. Özür dileyen tek kişi ise rejim ile muhalefet temsilcileri arasında diyalog kurmaya çabalayan Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Lahdar Brahimi oldu.
Brahimi, süreçten umut kesmeyen Suriyelilere üzgün olduğunu, tarafların -en çok da rejimin- taviz vermeyişi nedeniyle müzakerelerin çıkmaza girdiğini söyledi. Bu ifade, konferansın başladığı 22 Ocak’tan bu yana, bir arpa boyu yol alınamadığının da itirafıydı.
Herkes ilk gün ne demişse, son gün masadan kalkarken de, aynısını tekrar ediyor, karşılıklı birbirini suçluyordu.
Sadece iki olumlu gelişme
Cenevre’deki toplantıların vesile olduğu sadece iki olumlu gelişmeden haberdarız: Şam yakınlarında yedi aydır kuşatma altında tutulan Filistinli mülteci yerleşimi Yermuk ile 18 aydır kuşatma altındaki Humus’un kent merkezine sınırlı miktarda yardım ulaştırıldı. Bir de Humus’tan yaklaşık 1200 kişi tahliye edildi (Bu arada her iki bölgeye yardımlar yine kesildi. Humus’tan çıkarken gözaltına alınan 15-55 yaş arası 179 erkeğin akibeti de belirsiz).
Buna karşılık Suriye genelinde bir ay içinde 5 bin kişi daha öldü. Yerinden yurdundan olmuş milyonlarca (spesifik olmak gerekirse 9 buçuk milyon) Suriyeliye, binlercesi daha eklendi. Savaş aksine şiddetlendi.
Masa çöker, cephe ısınır
Korkarım artık bir süre hamasi konuşmalar dışında, diyalog ya da barıştan bahsedildiğini duymayacağız. Cenevre’nin çöküşü, cepheyi daha da ısıtacak.
Biliyoruz, bu savaş Suriyelilerin savaşı olmaktan çoktan çıktı. Denkleme El Kaide gibi hamisi ve hedefi muğlak güçlerin de dahil oluşu işi çetrefillendirdi ama zaten en başından beri bu bir vesayet savaşı olageldi.
Varoluşsal bir mücadele
Suriye’deki, ABD’nin ve Rusya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, Çin’in küresel iktidar savaşı; Suudi Arabistan’ın, Katar’ın, Kuveyt’in, Türkiye’nin, İran’ın, Irak’ın, Lübnan, Mısır ve İsrail’in bölgesel nüfuz savaşı. Hatta daha önemlisi bu savaş, ikinci grup ülkelerin çoğunda iktidarların geleceklerini de rehin tutan varoluşsal bir mücadele.
Masada barış ancak taraf olan herkes kaybetmeye razı olursa kazanılır. Cenevre müzakerelerinin başında gözlemlemiştik, taraflar maalesef kaç can pahasına olursa olsun savaşı kazanmaya odaklı.
Bu nedenle de, Suriye’ye insani yardım değil silah akışı hız kazandı. Ocak başında Rusya’nın Esad rejimine silah sevkiyatını artırdığını duymuştuk. Ayın sonunda ise bu kez Amerikan Kongresi’nin, iki yıldır yapmam dediğini yapıp, Esad karşıtı ‘ılımlı’ muhaliflere silah teminini serbest bırakan tasarıyı onayladığını öğrendik. Haberde ‘hafif’ silahların güneyden, Ürdün üzerinden aktarılacağı söyleniyordu.
İki hafta sonra Wall Street Journal’da çıkan bir başka haberden de eksik kalan ‘ağır’ silahların Suudiler tarafından tamamlanacağı, güzergaha ise Türkiye’nin de eklendiği söylendi.
Türkiye’de de iç çekişme(?) nedeniyle durduruldukça haberdar olduğumuz MİT’e ait tırlar da, bu hızlanan trafik bağlamında değerlendirilebilir.
Şimdi ne mi olacak?
Şimdi ne olacak derseniz, muhtemelen malum ilam edilecek: Rejim karşıtı güçlere silah akışına yasal -olmadığı yerde “de facto”- zemin yaratılmak suretiyle, kim kimin ağabeyi-hamisi, kim kime ne silah verecek, daha açık ve denetlenebilir hale getirilecek. (Zaten “öldürücü olmayan mühimmat” tanımıyla gevşetilen ve epeydir delinmesine göz yumulduğu anlaşılan ambargonun asıl işlevi de, muhtemelen, sevkiyatın adresine ilişkin kontrolü sağlayabilmekti.) Sonra da insanlardan birbirlerini öldürmeleri istenmeye devam edecek.
Peki ya savaşın kurbanları? Eline silah almış tüm güçlerin çiğnediği insan hakları, hukuk kuralları? Onlar gerçekten kimin umurunda?
İnsanlığın serbest düşüşü
2003-2006 yıllarında BM insani yardımlardan sorumlu genel sekreter yardımcılığı da yapmış Norveçli diplomat Jan Egeland duyarsızlığa tepki olarak kaleme aldığı ve üç gün önce İngiliz Guardian gazetesinde yayınlanan makalesinde şöyle diyordu:
“Biz insani yardım çalışanları, bunun kötülerle kötüler arasındaki bir savaş olmadığını anlatamadık. Suriye’de olan şu: Bir sürü kötü insan 9 milyondan fazla iyi sivili öldürüp yerinden yurdundan ederken, dünyanın geri kalanı da ya pasif seyircilere ya da çatışmanın aktif destekçilerine dönüşmüş durumda.”
Egeland ‘insanlığın serbest düşüşe geçmesi’ olarak nitelediği bu durumdan çıkış için tek yolun taraflara destekçileri tarafından uygulanacak şiddetsizlik baskısı olduğunu söylerken, yaptığı durum değerlendirmesi umuda yer bırakmıyor:
“Ne o taraftaki ne bu taraftaki, kötü adamların hiçbiri sivilleri öldürüp kuşatma altında tutmalarını sağlayacak silahlardan mahrum değil. Rejimin ordusu da, en aşırılıkçı muhalefet güçleri de her ay BM üyesi ülkelerden hem silah hem her türlü başka desteği almayı sürdürüyor.”
Son söz olarak…
Son söz olarak soru sorabilirim ancak:
Savaşın kurbanları bizim umurumuzda mı? Mağduriyetler arasında kıyaslama yapıp taraf olmaya yahut seyirci kalmaya devam mı edeceğiz? Savaşın “Sadece öldüren ve yıkan değil, aynı zamanda kirleten, bulaştığı herkesin ve her kurumun ahlakını bozan bir vakıa”* olduğunu teslim edebilecek miyiz?
*Cemil Oktay’ın ‘Modern Toplumlarda Savaş ve Barış’ adlı Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkan kitabındaki tespiti.