MURAT SEVİNÇ
Devrim öncesi Fransa’sının en uzun saltanat süren etkili hükümdarı, XIV. Louis. 1643-1715 yılları arasında 72 yıl boyunca Fransa Kralı.
Hükümdarlığı, yönetilenlerin temsilcisi konumundaki EG (Etats Généraux)’nin toplanmadığı yıllarda sürdü. EG; ‘ruhban, soylular ve avam (ayak takımı!)’ temsilcilerinden oluşan meclisin adı. EG’nin 1614 yılından itibaren ‘toplanmıyor’ oluşunun nedeni, vergi salma hakkını uzun süreler için krallara kaptırmasıydı.
Malum, İngiltere’de yasama organının hükümdarlara karşı gücünü giderek artırabilmiş olmasının nedeni, vergiye izin verme silahını kaybetmemiş olmasıydı.
Durumu açıklayan meşhur sözdür: Temsil yoksa vergi de yok. Yani; ‘Ey kral eğer vergi salmak istiyorsan, benim temsil yetkimi (yasama) kabul edeceksin.’ Fakat Fransa’da EG, bu yetkiyi baskı altında çok uzun süreler için verince krallar istedikleri gibi at koşturma şansını yakaladı.
Öyle ki EG, 1614’ten 1789’a dek toplanamadı. O uzun dönem içinde, EG içinde yer alan avamın temsilcileri ‘Üçüncü Küme’ (Tiers Etats), tüm yükü sırtlamış olmasına karşın hukuksal anlamda en güçsüz olanıydı. Parası biten XVI. Louis, 1789 baharında EG’yi toplamak zorunda kalınca diğerlerini saf dışı bırakan ‘Üçüncü Küme,’ Millet Meclisi ilan etti ve devrim süreci başladı.
İşte, 20’li yaşlarının başında kendisine sembol olarak ‘güneşi’ seçecek kadar cüretkâr/iddialı biri olan XIV. Louis, bu bir buçuk asır süren döneme pek çok açıdan büyük damga vurmuştu ve bir yandan mutlak monarşinin doğasını diğer yandan kendi güçlü konumunu anlatan şu sözüyle tarihe geçti: Devlet benim.
Gel zaman git zaman, Batı monarşileri, burjuvazinin galip gelmesiyle sembolik makamlara dönüşürken ‘meclislerin’ ve büyük çoğunluğu parlamenter olan sistemlerde ‘bakanların’ gücü pekişti. Güçler ayrılığı ilkesi giderek vazgeçilmez oldu. Haliyle bugün artık ulusları ve devletleri ‘temsil’ eden devlet başkanları, ister monark ister cumhurbaşkanı olsun, sembolik sayılabilecek yetkilerle donanmış durumda.
Ezcümle, ‘devlet’ değiller…
Ancak bu ‘devlet olmama’ hâli, kuşkusuz demokrasinin gelişmişlik düzeyiyle ilgili. Bu nedenle ‘batı demokrasisi’ ifadesinin altını özenle çizmeli. Azgelişmiş demokrasilerin ya da örneğin SSCB sonrası doğan ve sonu ‘stan’ ile bitip ‘demir yumrukla’ yönetilen Orta Asya devletlerinin, görev süresi belli yöneticilerden çok kendilerini devlet ile özdeş gören ‘başlar’ tarafından temsil edildikleri malum.
Azerbaycan Anayasası 1995 tarihli. Geçen yılın sonbaharında yapılan değişiklikler, halkoylamasında yüzde 86 küsur oyla kabul edildi. Bunlar, sistemin hâlihazırda en güçlü figürü olan cumhurbaşkanını daha da palazlandırdı. Meclis’i feshetme yetkisi verilip görev süresi değiştirilen (yedi yıl oldu) cumhurbaşkanı (Aliyev), 2020’ye dek koltuğunda kalabilecek.
Ayrıca cumhurbaşkanı, iki ‘yardımcı’ seçebilecek. Yardımcılar, kendisi tarafından atanıp görevden alınabilecek. Diyelim ki cumhurbaşkanı görevini yapamaz hale geldi; bu durumda ‘Birinci başkan yardımcısı,’ yetkileri devralacak.
Değişiklikleri savunanlar hangi argümanlara başvurdu dersiniz? Merakta kalmayın: İstikrar, ülke ve millet menfaati ve daha ileri demokrasi. Peki, karşı çıkanlar? Özellikle, Aliyev ve ailesinin daha güçlü hale getirilmek istendiğini iddia ettiler. Çok mu tanıdık her şey!
Diyorlardı ki, ‘Eğer bu değişiklikler geçerse, Aliyev ya eşi Mihriban’ı ya da oğlu Haydar’ı birinci yardımcısı yapar.’
Eleştirenler haklıydı tabii. Aliyev, üç beş gün önce eşi (ve milletvekili) Mihriban Aliyeva’yı ‘birinci yardımcı’ atadı.
İnternette, hâlâ hatırladıkça güldüğüm ‘Ona küçük sürprizler yapın’ başlığıyla izlediğim kısa bir görüntüden söz etmek istiyorum. Görmeyen kalmamış olabilir. Benim defalarca izlediğim an, o ‘devlet benim’ tebessümü.
Aliyev eşiyle birlikte, yine kendi atadığı bakanların olduğu salona giriyor. Bakanlar abdesthane ibriği düzeniyle karşılıklı oturmuş. Tabii, hepsi erkek. Aliyev ile Mihriban gelince ayağa kalkıyorlar. Mihriban kocasının sağ yanına oturuyor.
Aliyev kendinden emin bir ses tonuyla, Mihriban’ın ‘Azerbaycan Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı birinci yardımcısı vazifesine tayin edilip…’ diyerek bekliyor. ‘Edilip…’ İşte o bekleyiş ve sonrasındaki iki üç saniyede yaşananlar, rejimin niteliğini sergilemesi açısından son derece öğretici.
Şöyle bir duralıyor Aliyev. ‘Hani nerede alkış?’ bekleyişi. Belki de münasebetsiz olduğunu düşünüyor bakanlarının. Kendisini hanımına rezil ettiklerini. Bir saniye geçmiyor ki, solundakilerden biri ayağa fırlayıp alkışlamaya başlıyor.
Eğer bir Coppola ve ‘Baba’ film serisi hayranıysanız ve üç filmin hemen her sahnesi zihninize kazındıysa, ‘Aliyev’e ilk ihanet eden bu herif olur’ diye düşünürsünüz. Ardından diğerleri de ayağa kalkıp alkışlıyor. Aliyev’e yakın oturan üç kişi ise pek gönülsüz. Bu da demektir ki Mihriban’dan çekecekleri var.
Rejimin tıyneti, Aliyev’in o ilk alkışla yüzünde beliren memnuniyet ve ‘Hah işte böyle, aferin’ gülümsemesinde saklı. Devlet, Aliyev ve ailesi. Geri kalanların ‘vazifesi,’ şevkle alkış, takdir ve onay. Yüz kızartıcı bir kulluk.
Videoyu gördüğümde, bunu Türkiye’deki muhalefet mi sipariş etti diye düşünmedim değil. Milyonlarca lira harcasalar böyle etkili bir ‘propaganda’ filmi hazırlayamazlardı. Bitirmeden, yalnızca cumhurbaşkanı yardımcılığına ilişkin olarak Azerbaycan ile aramızdaki önemli bir farkı hatırlatmadan geçmemeli.
Orada cumhurbaşkanı iki yardımcı atayabiliyor. Önerilen Türk tipi sistemde sayı sınırı yok!
Aliyev, 16 Nisan’daki halkoylamasının ardından Türkiye’de daha ‘istikrarlı’ bir dönemin başlayacağını da müjdelemiş.
Hadi hayırlısı…