MURAT SEVİNÇ
Resmi tarih. Gayrı resmî tarih… Her ikisini yatay kesen, riyakârlık tarihi…
Toprağımızın ‘riya’ tarihinin en çarpıcı başlıklarından biridir askerlik konusu. Bir yanda davul zurnayla gidilen Peygamber ocağı, diğer yanda yıllarca beklenen bedelli askerlik. Yüzbinlerce bakaya ve asker kaçağı…
Gencecik yoksul asker cenazelerinin arkasında ve klavye başında ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez’ sloganını atanlar; bir yerlerde sıcak çatışma yaşanırken gevrek surat ifadeleriyle ‘Reis bizi Afrin’e götür’ diye yırtınanlar ve ‘Bedelli çıksın’ ısrarında olanlar, büyük ölçüde aynı insanlar.
Başına tencereyi, koluna da kapağını takıp elinde kılıçla TRT’de ‘tarih’ (!) dizisi seyrederken göz yaşı döken adam, beş dakika sonra bilgisayar başında bedelli askerlik için hükümetine yalvarıyor. Kuşkusuz bedelliyi de askerden kaytarmak için değil, vatana gelir sağlamak için istiyorlar; kendileri için bir şey bekliyorlarsa namertler!
Önceki yazıda başka bir vesileyle 2000 yılında bedelli askerlik yaptığımı yazmıştım. Askerliğini bedelli (15 bin Mark ve 28 gün) yapmış biri olarak, bir gün fikirlerimi değiştirip örneğin ‘savaş’a ve ‘askerliğe’ övgü yazısı kaleme almaya kalksam, sırf şu bedelli askerlik ‘tercihim’ nedeniyle sanki bütün memleket suratıma tükürürmüş gibi hissederim. Öyle ya, madem öyle kahramansın ve askerliği/silahı bu denli kutsuyorsun, neden bedelli yaptın, neden fırsatın varken diğerini tercih etmedin, diye sormazlar mı adama?
Peki, nasıl oluyor da bana ve aynı/benzer yönde düşünenlere bu denli zorunlu gelen bir ‘arsızlıktan kaçınma’ isteği, asgari ‘hicap’ duygusu, memleketin yalnızca bir kısmına bir şey ifade ediyor?
Toplumsallığımızın en önemli belirleyicilerinden olan ‘milli eğitim’in tornasından geçip az çok sağlığını koruyabilmiş pek az yurttaş var Türkiye’de. Ailede başlayan yoğun ‘riya’ eğitimi, okulda ve mahallede devam eder ve Türkiye’de yirmili yaşlara gelen ortalama yurttaş, gerçekle bağını koparma, riyakârlık, kolay yalan söyleme, fırsatçılık, kurnazlık ve kötü yurttaş olma niteliklerini çoktan edinmiş olur. Edinmek zorundadır, zira başka türlü ayakta kalamaz, kalamayacağını varsayar. Yalnızca üç beş duraklık bir ‘metrobüs deneyiminde’ dahi, söz konusu niteliklerin tümünü görme ve tecrübe etme imkânınız var!
Yıllar önce kısa süre yaşadığım bir İskandinav ülkesinde tanıştığım Türkiye ahalisi, oraların eğitim sisteminden çok şikâyetçiydi! Çünkü ‘onlar’ ilkokul çocuklarını bir gün otobüse bindiriyor ve telefonla konuşmayı öğretiyor, bir gün tiyatroya, diğer gün parka götürüyorlardı. ‘Yurttaş’ olmayı öğretiyorlardı, anlayacağınız.
Oysa bizimkiler, yüz sağa, yüz de sola yatık çizgi çizmeyi eğitimin temeli zannettiği için son derece efkârlıydı. O insanların ‘çoğunluğu’ bir kez bile o eğitim sisteminden ‘uygar’ bir toplum, bizimkinden ise sağa yatık çizgiyi beceriyle çizip ancak kırmızı ışıkta durma ihtiyacı hissetmeyen bir ‘yaban kalabalığı’ çıkmış, demek ki adamların bir bildiği var, diye düşünmüyorlardı. Türk’üm, doğruyum, el yazısı biliyorum, sağa yatık çizgi çizebiliyorum… Allah daha ne kadar büyük nimet verebilir ki bir kalabalığa!
Toplumsal ve peşi sıra siyasal kültür, ‘gerçek olan’ı dert etmeme üzerine kurulu buralarda. Bu nedenle yalanın bin türü böylesine kolay kabul görebiliyor. Haliyle sorun yalnızca olup bitenin çeşitli yöntemlerle gizlenmesi, bilgi kirliliği vs. değil; gerçeğin ilgi görmemesi, bir başka seçeneğin var olabileceğinin akla dahi gelmeyişi.
Düşünen, muhakeme eden ve çıkarımlarını vicdanı ile toplumsal olanın süzgecinden geçiren değil, ‘fırsat kollayan’ kalabalıkların toprağındayız. En basit haliyle, herkesin işe girmek için ‘torpil’ aradığı bir sistemde, insanlar torpil yapmak ve yaptırmayı neden sorun olarak algılasın ki! Ortalama İskandinav için yüz kızartıcı bir yurttaş eğilimi, Türkiye ortalaması açısından ‘olağan’ davranış biçimi.
Uzun yıllar önce bir yayınevi, yedinci ve sekizinci sınıflar için ‘insan hakları’ ile ‘yurttaşlık bilgisi’ kitapları yazmamızı talep etmişti. Mülkiye’den dört kişi kabul ettik. Hâlâ mı öyle bilmiyorum, önümüze ‘başlıklar’ geldi talim terbiyeden. Yazarlar kendileri başlık koyamıyor, halihazırda sunulan başlığın altını yazıyordu. İşte benim yazdığım bölümdeki başlıklardan biri ‘Askerlik görevinin kutsallığı’ idi. Ne yazabilirim ki altına! Yedinci sınıf çocuğuna nasıl anlatabilirim vadedilen ‘kutsallığı.’ Üstelik bu ifade Anayasa’ya da aykırıydı. O tarihlerde Türkiye’nin bir anayasası vardı, ne günlermiş! Oturup yurttaşlık görevlerini, bunların önemini ve askerliğin de bir yurttaşlık ödevi olduğunu anlatmaya çalıştım. Tahmin edebileceğiniz gibi bizim yazdığımız kitaplar talim terbiye kurulundan geçmedi! Bir süre yardımcı kaynak olarak okutuldu galiba, sonra kaybolup gitti.
İşte o kitaplardan askerliğin ‘kutsal’ olduğunu okuyan çocuklar, şu aralar bedelli askerlik için çırpınıyor. Bunu hiç kimse, ne o çocuklar ne aileleri ne de o kitapları yayınlayanlar, dert ediyor.
Ve bu toprakta, ‘vicdani retçilik’ hâlâ cezalandırılıyor. Aynı ‘riya’ ilkesi gereğince! Oysa Avrupa Konseyi üyesi olup vicdani ret hakkını tanımayan iki ülke var: Türkiye ve Azerbaycan. Siyasi, dini, kişisel gerekçelerle silah altına alınmayı reddeden ve bunun yerine ‘kamu hizmeti’ vermeyi talep edenlerin tercih ettiği siyasal bir ‘tavır’ vicdani retçilik. Üstelik son yıllarda AİHM’nin açık ihlal kararları ardından, Anayasa’nın 90. maddesi gereğince artık iç hukukumuzun bir parçası kabul edilmesi gereken bir hak. Gel de aşırı bağımsız yargımıza bu somut ve yalın gerçeği anlat anlatabilirsen.
Düzenli aralıklarla bedelli askerlik kanunu çıkaran devlet, silah altına alınmak yerine kamu hizmeti vermeyi talep edenleri mahkeme ve cezaevlerinde süründürüyor. Çünkü, aksi bir tavır ya da askerlik konusunda daha makul düzenlemelerin yapılması, uygar bir davranış olur ve riya ilkesine halel gelir. Bu da, bize yakışmaz!
Bu satırlar yazılırken, bedelli askerlik destekçileri ‘28 gün askerliğe’ karşı yeni bir kampanya düzenliyor, Şehit Aileleri Derneği Başkanı ‘bedelli askerliğin ülke menfaatine olacağını’ buyuruyor, ilgili kanuna çok tartışmalı başkaca maddeler ‘sıkıştırılıyordu.’
Ah unutmadan, bir de, Türkiye geçen haftaya kadar adını hiç kimsenin duymadığı Adnan Oktar adlı son derece tehlikeli birinin ‘varlığından’ haberdar oluyordu! Oktar’ın davetlerinde şarkı söyleyenler, onun böyle biri olduğunu bilmediklerini ilan ediyordu saygıdeğer kamuoyuna, telaşla…
İlk eğitimde, sağa yatık çizgi ve sola yatık çizgi, son derece hayatiydi…
Makale önerisi: Yıllar önce vicdani retçilikle ilgili bir iki satır yazmıştım. Tabii sonrasında AİHM açık ihlal kararları verdi ve konunun tartışmalı bir yanı kalmadı. Ola ki merak edecek bir iki kişi için buraya bırakıyorum.