Ot dergisi Şubat sayısı kapağını Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’a ayırdı. Pamuk üzerinde çalıştığı yeni romanı ‘Veba Geceleri’ni, kendi İstanbul’unu, ülkenin içinde bulunduğu siyasi iklime dair düşüncelerini Dündar Hızal ve Selçuk Erdem’e anlattı.
İnsanların karamsar olmakta çok haklı olduğunu ifade eden Pamuk şunları söyledi: “Eğer bugün de karamsar olmuyorsanız, maşallah size… Türkiye’nin durumu çok kötü, siyasi durumu çok kötü. Sandığa oy atma dışında demokrasi yok, fikir özgürlüğü yok. Sandığa oy atmayı da seçimi kaybederlerse iptal ediyorlar.”
“30 yıldır yeni romanım ‘Veba Geceleri’ üzerine düşünüyordum”
Yaratıcılığı biraz çocuk oyununa benzetiyorsunuz diyebilir miyiz?
Evet, pek çok başka yazarda da gördüm. Yaratıcı kişilerin içinde, kaç yaşında olurlarsa olsunlar hala canlı tutmayı başardıkları bir çocuk vardır. Çocuğun dikkat ettiği türde şeyleri görebilir sanatçılar. Ben de görüyorum. Ne bileyim, en ciddi konuları konuşurken, “Aaa beyler, şunun rengine bakın!” demek gibi. Bir çocuk sorumluluk gerekmeyen, oyun gibi şeylerle de ilgilenebilir. Hep bizim saygı duyduğumuz değerler dünyasına değil, kendi kafasındaki değerler dünyasına inanır çocuklar ve o da biraz bizim dünyamızı sorgulamaya da yarar. Şu anda ‘Veba Geceleri’ adlı romanımı bitirmeye çalışıyorum. Orada da anneleri, babaları veba sırasında ölmüş, çocuk evlerinden kaçmış çocuk çeteleri var. Devlet çökmüş, onlara bakamıyor. Onları inandırıcı bir şekilde yazmak için çok uğraşıyorum. Bir hikayede çocuğun varlığı o hikayeye sanki daha bir gerçeklik, derinlik, hakikilik duygusu verir bana. Olayları çocukların gözünden de görmek isterim.
‘Veba Geceleri’nden biraz bahseder misiniz?
Üç buçuk yıldır ‘Veba Geceleri’ üzerine çalışıyorum. Fakat bu romanı 30 yıldır düşünüyordum, hala düşünüyorum. Olaylar 20. yüzyılın başında, 1900-1901 yılında Girit-Kıbrıs-Rodos civarındaki bir Osmanlı adasında, 29. Osmanlı vilayetinde, II. Abdülhamid döneminde geçiyor. Adada veba salgını başlıyor. 1894’ten başlayarak Batı’ya doğru ilerleyen, Hindistan ve Çin’den gelen ‘Üçüncü Veba Pandemisi’ yani.
‘Sandığa oy atma dışında demokrasi yok, fikir özgürlüğü yok’
İnsanlar bugün Türkiye’de çok karamsar artık. Siz nasıl bir hissiyat içindesiniz?
Karamsar olanlar haksız değil. Eğer bugün de karamsar olmuyorsanız, maşallah size… Türkiye’nin durumu çok kötü. Siyasi durumu çok kötü. Sandığa oy atma dışında demokrasi yok, fikir özgürlüğü yok. Sandığa oy atmayı da seçimi kaybederlerse iptal ediyorlar. İstanbul seçimleri, Kürt belediye başkanları oya da, sandığa da saygının sonuna geldiğimizi gösteriyor. İnsanlar karamsar olmakta çok haklılar. Bu işi bu hale getirmiş olan insanlar hala yüzde 45, yüzde 50 oy alıyorlar. Aslında karamsar olmamız gereken durum bu.
Fakat sizin kitaplarınızda genel bir iyimserlik vardır. Bunu politikadan ayrı söylüyorum, hani kahramanların iyimserliği anlamında…
Bu “iyimser olalım” ifadesini başka yerlerde de gördüm. Ne yazık ki düşünce özgürlüğünün olmadığı, eleştiri yapamadığımız yerde “Eleştiri yapamıyoruz, bari kötümser olmayalım” gibi bir anlayış var. “Siyasi olarak hiç olmazsa olumlu olalım”, “bu kadar da ezilmeyelim” gibi biraz yapay bir iyimserlik bence. Ama bunu da çok fazla abartmayalım çünkü gerçekten haklı olarak kötümser olacağımız bir ortam var.
‘Sopa zoruyla muhalefeti sindirmek olmaz’
Kötümsersiniz…
Değilim. Ben yarın ne olacağını bilmiyorum. Gazeteciler bunu hep sorar, insanlar da hep söyler, hiçbir zaman da o dedikleri olmaz. Geleceği tahmin etmek çok zor. Eleştirileriniz geleceğin ne olacağı üzerine değil, bugünkü eşitsizlik, haksızlık, insanlara fikirlerini söyletmemeye yönelik, korku düzenine yönelik olmalı. Gelecekte ne olacağını bilmiyorum ama şu anda yaşadığımız dünya çok haksız, çok acımasız, çok zalim bir dünya. Ve bu dünyada geleceğin ne olduğunu düşünmüyorsunuz; bu dünyayı kendi kimliğinize, ahlakınıza uygun görmüyorsunuz. Bunu yanlış bir dünya, kabul edilmez bir dünya olarak hissediyorsunuz. Yarın ne olacağını nereden bileyim ben! Ama bugün olan kabul edilemez! Benim insanlığıma sığmıyor!.. Bu kadar eşitsizlik, bu kadar kabalık, sopa zoruyla insanları sindirme kültürünün bu kadar gemi azıya alması kabul edilir bir durum değil. Evet, iyimser olalım ya da geleceği merak edelim. Ama durum bu yani, konu bu. Her akşam açıyorum televizyonu, konu bu değil de başka bir şeymiş gibi konuşan insanlar var. “Ben seni ne dinleyeyim ya! Sen bu dünyayı normal görüyorsun” diyorum, çat diye de kapatıyorum televizyonu. Türk milleti de öyle yapıyor. Sopa zoruyla düzen yürütmeyi yaşıyoruz. Sopa zoruyla muhalefeti sindirmek, bir millete bir şeyleri zorla benimsetmek, kanallar açmak olmaz.
İstanbul kent kültürü ve mirasına kentli orta sınıfın bu kadar duyarsız kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizlerin belki de ilk derdimiz yakın zamana kadar karnımızı doyurmak ve barınmak olduğundan, bizden evvel buralarda yaşamış insanların hayatları, kültürleri, ne bildikleri, ne yedikleri, ne içtikleriyle ilgilenmemişiz. Bir de şu da açıktır: Yalnızca atalarımızın, bir kuşak önceki atalarımızın ne yediğini içtiğini, okuduğunu bilmediğimiz gibi bugün aynı şehirde yaşadığımız çeşit çeşit çevrenin, cemaatin nasıl yaşadığını da bilmiyoruz. Örneğin Müslümanlar ile Ortodokslar yan yana yaşarken bu şehirde, Müslümanlar Ortodoksların nasıl yaşadığını bilmez, Ortodokslar Müslümanların nasıl yaşadığını bilmezdi. Yani bir meraksızlık, tarihî boyutta merak eksikliği vardır. Bunun genel olarak yazılı kültüre ilgi duymamak, üniversite mezunu sayısının ya da sistematik modern eğitimin fazla olmaması gibi çeşitli nedenleri var. Benim arkadaşlarımın çoğu “Göster bakalım Sultanahmet’i” desem hangisi Sultanahmet, hangisi Süleymaniye şaşırırlar. “Orhancığım, aa sen de ne üstüme varıyorsun!” deyiverirler. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu hissizlik, bilgisizlik yalnız Türklere, bizlere özgü bir durum değil. Komşum Taksim Meydanı’ndaki çeşmelere benim kadar ilgi duymuyor diye gençliğimde kızardım da şimdi ilgilenmiyorum. Hayatın bir hediyesi olarak kabul etmiş vaziyetteyim bu ilgisizliği. Eskiden de kitap okumuyorlar derdik. O düzeldi biraz.
“Herkesin ‘Aa! Ne bilir oraları. Anlatamamış işte!’ demesinden korkuyordum”
Orhan Pamuk büyüdüğü eski İstanbul’dan Mevlut’un yaşadığı periferideki İstanbul’a doğru sürdürüyor yazınsal serüvenini. Biraz bu yoluculuğu anlatır mısınız?
İstanbul’u şimdiye kadar iki türlü anlattım. İlk kitaplarımda anlattığım ‘Benim İstanbul’um’. Yani Nişantaşı, Taksim, Cihangir ama daha sonraki romanlarımda çocukluğumu, gençliğimi geçirmediğim İstanbul’u da anlatmaya başladım. Bu da doğal. Önce insan gençliğinde bildiği, daha iyi bildiği, kendine güvendiği, anlatabileceğine inandığı konuları açar. Ben 23 yaşımdayken bir boza satıcısını ya da tavuk-pilav-nohut satan bir satıcıyı yazmaya cesaret edemezdim. Ancak 30 yıl roman yazdıktan, kendime güvenim geldikten sonra ve o dönemin insanlarıyla röportajlar yaptıktan sonra yazabildim. Bir de İstanbul hakkında yazdıklarım daha bitmeden öteki konulara da geçmek istemedim. Ama 1990’ların ikinci yarısında kitaplarım çevrilmeye başlayınca, yurtdışında gazeteler bana Türkiye’de kimsenin demediği kadar “Aa! İstanbul yazarı! Aa! İstanbul’u anlatıyor! İstanbul, İstanbul!..” dediler. Türkiye’de demiyordu kimse bana bunu. Olsa olsa köy romancısı olmadığım söyleniyordu. Ama İstanbul yazarı diyen yoktu! Çünkü köy romanı o kadar hakimdi ki 1970’lerin sonunda. Ben İstanbul yazarı olduğum konusunda Batılıların etkisiyle kendimin bilincine fazla varınca bu sefer buna gerçekten inanmaya başladım. İstanbul ben doğduğumda 1 milyondu, şimdi 16 milyon. Zincirlikuyu’dan Levent, 4. Levent, Boğaz’a giden Maslak yolu. Onun bir tarafı Boğaz’ı görür. Çocukluğumda bu tarafıydı İstanbul, öbür tarafı Eczacıbaşı’nın fabrikasının olduğu arazilerle şehir biterdi sanki. O tarafta hiçbir şey yoktu. Şimdi o taraf İstanbul’un nüfusunun daha yoğun olduğu bir yer. O taraf hakkında da yani İstanbul’a benim doğumumdan sonra eklenen bir 14-15 milyon insanın hayatını yazmak istedim. Bu bana haklı bir gayret olarak gözüktü. ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ı yazdığım için çok memnunum. Hem kendim değiştim hem de yaşadığım şehrin tamamı. Ama önüme bir program olarak, bir proje olarak kitabı koyduğumda korkuyordum. Nihayet ben herkesin gözünde Nişantaşılı Orhan’dım. Aslında kitap hakkındaki gizli gururum şudur: Belki de bunu söylememeliyim ama söylemek istiyorum– kitap çıkmadan önce herkesin “Aa! Ne bilir oraları. Anlatamamış, bilmemiş işte!” demesinden korkuyordum ve hiç kimse demediği için çok mutluyum. İşimi iyi yaptığımı düşünüyorum. Bir hata yapsaydım söylemeye hevesli bin kişi de vardır yani…
* Orhan Pamuk bundan böyle her ay düzenli olarak Ot dergisinde yazacak. Röportajın tamamı için Ot dergisi Şubat sayısına buradan ulaşabilirsiniz.