FREDERIKE GEERDINK
Uzun yıllar da geçse Tahir Elçi’yi öldüren o tek kurşunu kimin sıktığı bir muamma olarak kalacak.
Diyarbakır’ın tarihi ve soğuk parke taşlarının üzerinde yatan cansız bedeni görüldüğü anda başladı spekülasyonlar. Bazıları kurşunun polise ait olduğundan emin, diğerleriyse PKK’nin sorumlu olduğunu iddia ediyor. Kimilerine göre Elçi hedef alınmıştı, öte yandan kaza kurşununa gittiğini söyleyenler de var.
İşin aslını kim bilebilir? Daha önceki siyasi cinayetler ki birçoğu Tahir Elçi’nin avukatlığını bizzat üstlendiği faili meçhul cinayetlerdi, nasıl bir sır perdesi olarak kaldıysa bu olayın aslı da aynı şekilde açığa çıkmayacaktır.
Bu sorunun temelini oluşturan sistematik yapı varlığını korumaya devam ediyor ve bu yapının kendini bağımsız ve derinlemesine bir bakışla sorgulamak gibi bir niyeti yok, niyeti olsa da yapabilme kapasitesi yok.
Elbette söylediklerimden ‘Yapacak bir şey yok, Tahir Elçi öldü, kabul edip susalım’ gibi bir anlam çıkarılmamalı. Böyle birşey söz konusu bile olamaz. Birincisi, olayın nedenleri ve koşulları açığa çıkmadıkça ve failleri cezalandırılmadıkça böylesine büyük bir kaybı kabullenmek imkansız. İkincisi, Türkiye’de var olan cezasızlık geleneği, bu siyasi cinayetlerin sorumluluları için yeterince uzun zamandır sürüyor. Zaten bu cinayetlere mahal veren şey tam da bu cezasızlık geleneğidir.
Öğrenmek için can attığımız cevaplara yakın gelecekte kavuşamayacağımız belli. Peki ne yapabiliriz?
Belki de tetiği kimin ve neden çektiğiyle ilgili yorumlar yapmayı bir kenara bırakıp, resmin biraz dışına çıkıp asıl soruya odaklanmamız daha iyi olacaktır: Sorumlu kim?
Ayrıca olayı kurban tarafından da daha geniş kapsamda ele almakta fayda var; çünkü siyasi cinayetlerin sorumlusunun kim olduğu meselesi Tahir Elçi cinayetinin de ötesinde bir yerde ve doğal olarak daha kapsamlı değerlendirilmesi gerekir.
Gelin, bu olaya başka örnekleri de katarak geniş bir çerçeveden bakalım: (Ailelerin avukatları arasında Tahir Elçi’nin de bulunduğu) Roboski katliamını, geçtiğimiz aylardaki sokağa çıkma yasakları esnasında yaşamını yitiren sivilleri, kamuoyunca iyi bilinen Diyarbakır cinayetlerini (1991’de öldürülen siyasetçi Vedat Aydın ile 1992’de öldürülen entellektüel gazeteci yazar Musa Anter’i) ve hatta Diyarbakır’ın meydanlarından birinde kurulmuş polis kontrol noktasında 2 Aralık günü gerçekleşen ve kamera kayıtlarına göre bir kadının ateş etmesiyle başlayıp sonrasında polis tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan olayı da dahil edelim.
Bu son olaya özellikle değinmek istiyorum çünkü Twitter’da çok ilginç tartışmalara yol açtı. Ölen kadının olay yerinde çekilmiş fotoğraflarında yanında duran bir silah görülüyordu. ‘Terör-karşıtı’ hesaplar hiç zaman kaybetmeden o kadının ‘terörist’ olduğunu yazarken, birçok aktivist Kürt ‘Kesinlikle polisin işidir, polis öldürdükten sonra silahı bilerek oraya koymuştur’ diye yazdı. Daha sonra kamera kayıtları ortaya çıkıp önce kadının ateş etmeye çalıştığı anlaşılınca aktivistler bir anda sessizliğe büründü ve ‘terör-karşıtı’ hesaplar nasıl da haklı çıktıklarını böbürlenip durdu.
Fotoğraflar iki iddiayı da doğrulamıyor; belki silah kadına aitti, belki silahını çoktan fırlatmıştı ve polis kadına karşı güçlü bir delil oluşturması için bilerek o silahı oraya koydu.
Öyle ya da böyle, şu bir gerçek ki bu tatışmalar resmin bütününü görmede sığ kalıyor. Daha geniş bir açıdan bakmak lazım. Mesela, ne diye polisin güvenlik noktası vardı orada? Polisin orada ne işi olur? Sur ilçesinde devam eden sokağa çıkma yasağına karşı Tahir Elçi’nin öldürüldüğü yerde bir protesto eylemi gerçekleşecekti. En başta şunu sormalı: Sokağa çıkma yasakları niye var? Ve anayasal bir hak olan gösterilere neden izin verilmiyor?
Tahir Elçi’nin vurulmasına dönecek olursak, o gün orada, dört ayaklı minarenin önünde, Elçi’nin içinde bulunduğu grubun PKK ile devlet güçleri arasında yaşanan çatışmalarda zarar gören tarihi yapılara dair yaptıkları basın açıklamasında, polisin ne işi vardı? Ayrıca neden dört ayaklı minareye ve geçtiğimiz haftalarda yine aynı alanda bulunan ve çok güzel restore edilmiş olan tarihi Ermeni Kilisesi’ne ateş edilip zarar verilmişti? Niçin o bölgelerde çatışma çıkıyor? Tahir Elçi niye hedef oldu? Neden bu insan, adalet arayışçısı bir şahsiyet ölmek zorundaydı? Neden bir insanın canına kıyılması değil de yüzyıllık devlet söylemine ters düşen fikirleri ifade etmek Türkiye’de en büyük suç oluyor?
Sorunun kökeninde yatan şey işte bu devlet aklı. Bu akla göre, herkes Sünni, Müslüman, Türk’tür ve zaten öyle olmayanlar da öyle sayılır. Evet, PKK ve PKK’ye bağlı YDG-H yaptıkları tüm eylemlerden sorumludur, fakat unutmayalım ki cumhuriyetin kurulduğu günden başlayarak Kürt halkına uygulanan baskılamalar olmasaydı, bu örgütler de var olmayacaktı. Devlet kurulduğu günden, yani 1923’ten bu yana, vatandaşlarınının tümünü koruma görevini ihmal etti. Asıl sorumluluk da burada yatıyor; tetiği çeken, roketi atan, minareye, kiliseye, camiye zarar veren kim olursa olsun.
Eğer sorun bu temel düzeyde analiz edilirse tek bir çözüm yolu var: Askerin Kürdistan’dan çıkması. Yüzyıldır süren baskılardan, katliamlardan, yargısız infazlardan, örtbas edilen onca devlet suçundan, işkencenin her türlüsünden, olabilecek her türlü insan hakları ihlallerinden sonra ordunun ve devletin bölgede meşruiyeti kalmamıştır. Bu ‘güvenlik güçleri’ korumakla yükümlü olduğu halk kendisinden nefret ederken, korkarken, tiksinirken görevini nasıl yapabilir? Gözümüzün önünde duruyor yanıtı: Tabii ki yapamaz.
Eninde sonunda devlet bu sorumluluğunu üstlenecek. Daha geniş bir bakışla, mümkünse en yakın zamanda yeniden başlaması gereken barış süreci bununla ilgili olacak. Elbette müzakere masasının konuları, merkezi yönetimi savunan devletin adem-i merkeziyetçiliği, Kürtçe’nin tam özgürlüğü ve Türkiye’de yaşayan diğer Anadolu dillerinin de statülerine kavuşmaları, hakikat ve uzlaşma komisyonunun kurulması ve Öcalan’ın özgürlüğü olmalı. Ancak bütün bunları anlamlı kılacak asıl fikir, devletin Anadolu halklarınının kimliklerine yaptığı saygısızlığı, bunun büyük bir hata olduğunu kabul edip sorumluluğunu üstlenmesidir.
Sorumluluğun kabul edilmesi şu demektir: Devlet geri adım atmak zorunda. Bunun ne şekilde ve ne kapsamda olacağı barış görüşmelerine bağlı, fakat bir nokta gözardı edilemez: ‘Güvenlik güçleri’ artık şiddeti tekelinde bulunduran bir silahlı yapı olmaktan çıkmalı. Yeterince uzun zamandır bunu ciddi anlamda suistimal ettiler. Bu güvenlik görevi, hali hazırda PKK’nin yaptığı şeyi yapacak bir yapıya devredilmeli.
Bazılarınız buna çok acayip bir öneri gözüyle bakabilir, fakat gerçekten yapılabilecek en mantıklı şey bu. Kürt güçleri, Kürdistan’ın silahlı kuvvetleri haline geldi ve arkalarında Kürt halkının büyük bir kitlesinin desteği var. Bu bağlamda, PKK’nin silah bırakması değil, yasal düzeyde tanınacak bir koruma gücüne dönüşmesi gerek.
Doğrudur, şüphesiz bütün Kürtler PKK’yi desteklemiyor ama bu gerçek, bahsini ettiğim muhtemel gelecek senaryosuna engel teşkil etmez. Sonuçta ne Osmanlı ordusunu ne de sonrasında kurulan Cumhuriyet ordusu tüm vatandaşlar ve gruplar tarafından destek görmemişti. Birkaç örnek vermek gerekirse, bu gruplar arasından hala halifelik sistemini destekleyen dindarlar, hayatta kalan az bir nüfus Ermeniler ve bazı Kürt grupları vardı. Ordu ve devlet eğer herkesin hakkına saygı gösterseydi, tüm halkların koruyucusu ve yöneticisi olabilirdi, ama bunu yapamadı ve her şeyi berbat etti.
Belki PKK daha iyi bir iş başaracak, bu yüzden onlara kendilerini göstermeleri için bir şans verilmeli. Umarım o gün gelir ve ben de bunun haberini yaparım.
Ve yine umarım ki bir gün gelir Tahir Elçi’nin mezarına gidip bir çiçek bırakabilirim.