MUZAFFER SOLAKOĞLU
Kamakura’dan Kyoto’ya geçiyorum. Kyoto Kamakura’dan bir sonraki başkent ve muhtemelen Japonya’daki en güzel şehir.
Biz de burada mutemelen Japonya’nın en güzel oteli olan Ritz’de kaldık – ki Japon otelleri çok meşhur. Bu Ritz, Ryokan denilen geleneksel Japon hanlarından dönüştürülmüş ama pek Ryokanlığı kalmamış.
Bu hanlarda (biz kalamadık malesef) dolaptan çıkan katlanmış yataklar, sürme kapılar gibi Japon ev düzeneği var. Daha önce Gökçe gidip Sarapci’ya yazmıştı, lakin İngilizce.
Kyoto’ya tam giremeden Altın Köşk denilen masal binasını gördük. Burası yine bir tapınak içindeki (Kinkaku-ji Tapınağı) muhteşem bir klasik Japon bahçesi içinde bir gölet, göletin içinde bir ada, adanın üstünde ise Altın Köşk…
Bir Şogun (Aşikaga Yoşimitsu) burayı kendisine emeklilik evi olarak yaptırmış ve öldükten sonra (1408) tapınak olmasını vasiyet etmiş. Köşkün üst iki katı altın yapraklarla kaplı olduğu için Altın Köşk denmiş.
Burada altın, ölüm fikrinin kirlenmesini engellemeye yarıyormuş. En alt kat imparatorluk, orta kat Samurai, en üst kat ise Zen Budist stilinde yapılmış.
Hem bahçenin hem de altın kaplı da olsa köşkün sadeliği çok etkileyici. Burada da bu Budist tapınağının bahçesinde bir Şinto tapınağı var.
Miho Müzesi
Kyoto’ya dönüp otelimize yerleşmeden önce bir de Miho Müzesi‘ne ne uğradık.
Burası da Kyoto’nun dışında, yeşillikler içinde bir dağ yolundan gidiliyor. Rehberimiz Nemo burasının hem müze hem de tapınak olduğunu (Şinto) ve müzenin vakfının aslında bir Şinto Tarikatı tarafından yapıldığını anlattı.
Tarikatın hamisi olan hanımefendi tekstil işinden kazandığı serveti buraya harcamış. Müzenin küratörüne bir açık çek vermiş ve “Dünyayı gez, İpek Yolu civarından güzel ne bulursan al getir” demiş. Sonra da topladıkları sanat eserlerini sergilemek için meşhur Amerikalı Çinli mimar I.M. Pei’ye müze binasını yaptırmış.
I.M. Pei binayı yaparken tarikatın isteklerine uygun olarak girişi bir tünelden geçerek yapmış. Böylece tünel çıkışında bina aniden karşınıza çıkıyor.
Tünelin için paslanmaz çelikle kaplı. Binanın kendisi ise mümkün olduğunca toprağın altına yerleştirilmiş, yine de çatıdaki kuzeye bakan camlar sayesinde çok aydınlık. I.M. Pei duymasın ama James Bond filmlerindeki kötü adamların malikanelerini andırıyor (iyi bir şekilde tabii).
Bu tarikat insanın ruhunun güzelleşmesi gerektiğini ve bunun için de etrafında güzel sanat, doğal ve özenli yapılmış yemek ve temiz bir çevre olması gerektiğini düşünüyor.
Müzeyi gezen herkes tarikata mensup olmak isteyebilir, müzedeki vejetaryen yemekler de mükemmel. İçtiğim en güzel havuç suyunu burada içtim, içinde sadece havuç, tuz ve zeytinyağı vardı. Bizim grubun Türk olduğunu anlayınca İstanbul’un hemen dışındaki mekanlarına uğramamızı tavsiye ettiler.
Üst kattaki açıklıkta güneş batarken bir Noh gösterisi izledik. Noh bir cins Japon müzikal tiyatrosu. Aktörler maske ve bütün vücutlarını örten dev kıyafetlerle oynuyorlar. Böylece hislerini izleyicilere anlatmak için sadece elbisinenin altından az buçuk anlaşılan vücutlarını kullanıyorlar.
Biz Hagoromo isimli oyunu izledik. Aktör öncesinde biraz bilgi verdi ve hangi duyguları hangi hareketlerle anlattıklarını gösterdi (neyse ki) yoksa birşey anlamayacaktık. Bazı hareketler evrensel, kızınca yeri tekmelemek, üzülünce başı eğmek gibi ama yine de alışmayanın anlaması kolay değil.
Japon felsefesinin özeti
Müze ve tarikatta tam çözemediğim şey İtalyan etkisiydi. O kadar ki müzenin yemek işlerine bakan Keiiçiro ile onun İngilizcesi benim İtalyancamdan daha kötü olduğu için İtalyanca konuştuk. Üç sene İtalya’da kalıp doğal tarım yöntemlerini incelemiş. Bize ikram ettikleri şarap da İtalya’da yapılıyormuş.
Yemekten önce bizlere uzun teşekkürler de ettiği konuşmasında Keiiçiro özetle “Sebzelerinizi yetiştirirken onlara iyi bakarsanız, onlar da size iyi bakarlar” dedi. Aslında Japon felsefesi bu şekilde de özetlenebilir.
Tarikat, mensuplarının kendi dinlerini (ne olduğu önemli değil) koruyabileceğine hatta kendileriyle beraber aydınlananların kendi dinlerini de daha derin ve anlamlı yaşadıklarını savunuyor. Çünkü burası Japonya!
Zen meditasyonu ve bir sopa!
Kyoto’da Nemo’nun meditasyon hocası bizi meditasyon salonunda karşıladı. Meditasyon salonu sürme dolaplı, yere oturmak için tasarlanmış dikdörtgen bir salon.
Her kapalı mekanda olduğu gibi ayakkabılarımızı dışarıda bırakıp minderlerin üstüne bağdaş kurduk. Hoca önce bize kısaca ne yapacağımızı ve ne yapmayacağımızı anlattı.
Zen meditasyonunun bildiğim Hint usulünden farkı gözleri kapamak yerine önünüze açık olarak dikmeniz ve o şekilde durmanız. Ben bildiğim gibi yaptım, Japon usulü kim olursan gel mantığı olduğu için uygun düştü.
Meditasyon seansı sonundaki soru-cevap kısmında hocaya önünde yerde duran yassı sopanın ne olduğunu sordum. Bazı öğrencileri meditasyon sırasında uyuyunca onları ‘uyarmak’ için kullanıyormuş. Gülerek bazen sopanın kırıldığını ama bize öyle yapmayacağını da ekledi! İlkokul Hayat Bilgisi kitabındaki mahalle mektebindeki falaka hikayelerini hatırlayacak yaşta olanlar parmak kaldırsın!
Aikido
Rehberimiz Nemo meditasyon çıkışında bizleri Butokuden Salonu isimli Japonya’nın en eski uzakdoğu sporu salonuna götürdü. Burası da etrafında az miktarda seyirci yeri ve bizim önemli camilerdeki gibi bir hünkar mahfili olan bir diktörtgen tatami (dövüş minderi). İmparator hala burada gösteri izlermiş.
Nemo’nun Japonya’da kalmaya karar vermesine ilham veren kişi olan Aikido hocası iki öğrencisiyle önce bizi selamladı, daha sonra ufak bir gösteri yaptılar.
Hoca 65 yaşında ama kendisini parke yere sırtüstü atacak kadar çevik ve kuvvetliydi. Aikido’yu icad eden adamın öğrencisinin öğrencisiymiş. Bize ufak birkaç hareketle kadınların kendisinden çok daha iri kıyım erkekleri nasıl yerde süründürebileceğini (kadınlar tarafından bizleri yerde süründürterek) gösterdi.
Yerde sürünen erkeklerin bazılarının kolları ertesi gün bile hala mordu. Bir de bileğimizde bulması çok zor bir nokta gösterdi (adeta bir G noktası) oraya bastırınca yine 1.50’lik kadınlar bir dudağı yerde bir dudağı gökte erkekleri dizlerinin üstüne çökerttiler.
Ardından bir de kılıç gösterisi izledik. Gerçek ve oldukça keskin olan bu kılıçlarla iki hoca birbirine saldırdı. Bize de bambu bir sopayı tek seferde kesmeyi öğrettiler (Bu esnada tatamide ufak bir yırtık oldu, inşallah imparator görmez).
Bize kılıç gösterisi yapmak için gelen hoca sadece bizler için iki saat trenle Tokyo’dan gelmişti. Kendisinin 70 yaşlarında bir işadamı olduğunu ve Japonya’nın en büyük emeklilik şirketlerinden birinin kurucusu ve genel müdürü olduğunu eklemem lazım. Bizimle tanışmaktan ve kültürünü bize anlatmaktan çok mutlu olduğunu açıkladı, çünkü burası Japonya!
Geyşa, geyko ve meyko; bildiğiniz gibi değil
Geyşa kültürünü anlamak için en önemli yer Kyoto, gerçek geyşalar sadece burada kalmışlar.
Öncelikle uyarmak isterim ki geyşa zannetiğiniz şey değil. Bizdeki en yakın karşılığı konsomatris, ama her geyşanın günde sekiz-dokuz saat sanat çalıştığını bilmek lazım. Geyşanın kelime anlamı da zaten ‘sanatçı.’
Kyoto’dakilere geyko deniliyor ve çoğunlukla 15 yaşında eğitime başlıyorlar (eskiden beş yaşında başlarlarmış). Bizim bildiğimiz beyaz makyajlı ve büyük saçlı olanları aslında hala eğitimde olan meykolar.
İşin tarihine baktığımızda geleneğin genelevlerden başladığını görüyoruz. Şinto dininde seks bir tabu değil, hatta erkekler cinsel tatmin için karılarını değil genelevleri kullanıyor.
Kadının görevleri daha ziyade domestik. Ama bu genelevlerdeki iş bir süre sonra stilize olup sekssiz eğlenceye dönmüş. Bir süre sonra iyi dans eden, müzik yapan kadınlar işin seks kısmını başkalarına bırakıp sadece sanata odaklanmışlar ve isimleri geyşa olmuş.
Amerikalılar gelince bozulmuş
2. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı askerlerin gelmesiyle geyşa imajı biraz bozulmuş (Amerikalı asker her yerde Amerikalı asker).
2. Dünya Savaşu sonrasındaki yeniden yapılanma yıllarında ise kadınların fabrikalarda çalışması daha verimli olduğu için geyşalık tamamen yasaklanmış. Japonya’nın tekrar ayağa kalktığı yıllarda yeniden açılan mekanlarda dejenere edilmiş geleneklerden eski geyşalara dönmüşler ve seks ile eğlendirme arasındaki çizgi belirginleşmiş.
Günümüzde geyşalık geleneği diğer Japon zanaatleri gibi sıkı kurallara ve uzun bir eğitime bağlı. Meyko olmak için bir usta ve bir de ev lazım. Meyko eğitimi oldukça pahalı ve borçların ödenmesi bitmeden Geyko olunmuyor.
Meyko eğitimi sırasında kadınlar müzik aletleri çalmasını, çay servis etmesini, sanatsal yazı yazmasını (Japon hat sanatı), Japon edebiyatı ve şiirini, geleneksel Japon dansları yapmasını ve müşterilerle konuşmayı öğreniyorlar.
Rehberimiz Nemo yine bağlantılarını kullanıp bize İçiriki Çaya isimli mekanı ayarladı. Burası muhtemelen Japonya’daki en meşhur ‘çayhane.’ Hem Memoirs of a Geisha’nın hem kitabı ve film hem de 47 Ronin yine Manga ve film burada geçiyor. Çayhane dediysem, evet geyşalar ‘maça çayı’ denilen yosunumsu Japon çayını ikram ediyorlar ama daha çok içilen şey sake (fermente edilmiş pirinçten yapılan meşhur Japon içkisi).
Içiriki Çaya’ya varınca hepimiz ayakkabılarımızı çıkarıp alçak masaların altına bağdaş kurduk. Her masaya bir meyko geldi. Önce kendisini tanıtıp adının yazılı olduğu çıkartmayı takdim etti. Sonra konuşmaya başladık. Bizim meykomuz çok fazla İngilizce bilmediği için pek de konuşamadık aslında ama bu esnada hem ayran kıvamında yeşil japon çayı hem de sake servisi yaptı.
Merak edilen başka bir soruyu da bu vesileyle cevaplayayım, bizim muhtemelen Batılılaşmış zevklerimize göre geyşalar pek güzel sayılmaz. Ama Japon erkekleri uzaylı oldukları için bir geyşa uğruna bazen dünyalarını yıkabiliyorlar. Konuyu rehberimiz Kondo-San’a sorduğumuzda. “Benim o kadar param yok” diye yanıtladı.
İronik bir şekilde erkek dominant Japon kültüründe en bağımsız işkadınları geyşalar. Hepsi de bulundukları yere bileklerinin hakkıyla gelmiş. Emekli olunca başka işlere girdikleri de oluyor, ‘Mama-san’ lakabıyla çayhane işlettikleri de.
Bizim kontağımız (Nemo’nun arkadaşı) emekli olduktan sonra caz şarkıcısı olmuş bir hanımdı. Konseptte beklenmedik başka bir konu da geyşaları saflıkları. Bu sadece görünümde kalmış da olabilir ama porselen tenli biblolara benzeyen bu kadınlarla konuşurken bile insan kendisini kirli bir dünyadan geldiği için suçlu hissedebiliyor.
Nemo girmeden önce bizi defalarca uyarmasına rağmen çıkarken gürültü olarak biraz ipin ucunu kaçırdık ve meykolarla resim çektirirken oradaki tek erkek olan kapıdaki abi tarafından kibarca dışarı alındık.
Şinkansen
Tokyo’dan Kyoto’ya Şinkansen denilen meşhur hızlı trenle gitmiştik.
Japonya şehirde yaşama yüzdesi en yüksek ülke ve ana şehirler (Tokyo, Kyoto, Osaka) çok kalabalık olduğundan tren teknolojisi çok gelişmiş, insanlar bu şehirler arasında uçak yerine hızlı trenleri kullanıyor. Tren şirketi aynı zamanda hattın etrafındaki arazileri de işlettiği için büyüme de bu taraflarda olmuş.
Biletlerimiz önceden alınmış da olsa Japon rehberlerimiz Oiko-san ve Kondo-san bizleri (Türk olduğumuz için) 20 dakika kadar erken getirip platformda bekletti. Tren kapılarının önünde Tayvan’da da gördüğüm nerede sıraya girileceğini gösteren çizgilerde kuyruk olduktan sonra treni temizleyen kadın ordusu çıkar çıkmaz içeri girdik.
Koltuklar uçak koltuklarından rahattı ve kafa dayanan bezler muhtemelen az önceki kadınlar tarafından ütülenmişti. Tren (bir Japon treni gibi) dakik bir şekilde 10:22 kalktı ve bütün duraklarında yine dakik bir şekilde durduktan sonra dakik bir şekilde Kyoto’ya vardı.
Yine rehberlerimiz bizleri varmadan 10 dakika önce ayaklandırdılar zira tren Kyoto istasyonunda sadece 1 dakika duracaktı, inemezsek Osaka’ya kadar yolumuz vardı.
Burada not edeceğim bir ufak detay tren tuvaletindeki oturma kısmının kapı kapandığı zaman otomatik olarak ayağa kalması oldu, bu icat batıya gelse birçok evlilik kurtulabilir diye düşünüyorum.
YARIN: Tokyo; düzeni bir tek yabancılar bozuyor…