MURAT SEVİNÇ
İki önceki yazıda (Erol Evgin) genel ve eşit oy hakkı ile temsili demokrasi düşüncesinde yaşanan ve yaşanacak dönüşüm ile devam edeceğimi yazmıştım. Devam.
Bu ve ardından gelecek bir iki yazı, ‘demokrasi cephesi’ tartışmasına kenarından katılmak de için bir adım olur belki…
2014 yılında, ‘devrim yapıyoruz’ diye diye bitirilen Radikal 2’de yayınlanan herhalde son yazım, ‘Gezi’de ne oldu, kim ne anladı?’ başlığını taşıyordu. Konuyu biraz dallandırıp budaklandırmakta yarar var.
İyi kötü düşünebilen, görebilen, duyabilen ve iktidar odaklarından beslenmeyen herkes, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun vahametinin farkında ve olabildiğince dile getirmeye çalışıyor.
Buna mukabil yine ‘aynı herkes,’ dünyanın ve batı demokrasilerinin halinin de şu aralar pek parlak olmadığını görüyor.
ABD’de, muhtemelen seçilemeyecek de olsa Cumhuriyetçiler’in adayı, sağlıklı bir insanın oturup çay içmek istemeyeceği, fırsatçı, yalancı, ırkçı, para babası bir maganda.
Tahmin ediyorum ırkçılığı, iş adamlığından besleniyor. WASP (Amerikan beyaz ve mütedeyyin orta sınıfı) duygularını sömürmeye yönelik. Seçilirse Güney sınırına duvar örüp Müslümanları sınır dışı edeceğini vs. sanmıyorum.
Ancak Trump’ın bir yalancı oluşu, onun bu söylemine meyleden milyonlarca insanın varlığını görmeye engel değil.
Fransa’daki saldırılar Le Pen’i güçlendiriyor. Polonya ve Macaristan’ın durumu malum. Macarlar’ın Reis’i bizimkine hayran!
Burjuva hâkimiyetinin ve parlamenter demokrasinin beşiği İngiltere ise ‘yedik bir halt’ şaşkınlığı içinde. Bir yasa değişikliği için bazen komisyonlarına üç beş yıl inceleme yaptırıp yüzlerce sayfalık raporlar yazdıran İngilizler, sığ ve sağ Cameron’un milliyetçi duyguları okşamaya yönelik seçim vaadi (halkoylaması) nedeniyle zor günler yaşıyor.
Ayrıca Brexit propagandası mimarlarının ne yapacaklarını pek bilemedikleri ve bolca yalan söyledikleri de açıkça görünür oldu.
Trump için söylediğim onlar için de geçerli. İçlerinde yüzüne bakılacak tek bir adam yok. İnsan bazen, zamanında bir yerlerde kılıksız ve boş bakan bir milliyetçi siyasetçiyi klonlayıp bütün ülkelere dağıttılar mı acaba diye düşünmeden edemiyor…
Ancak İngiltere’nin bolca yalan ve yönlendirme soslu halkoylaması saçmalığı da, AB’nin bir proje olarak tecrübe ettiği sıkıntıları görmeye engel olmamalı.
Şuraya varmak istiyorum: Orta yerde, herkesi ilgilendiren bir büyük dert var!
Batı demokrasileri olarak adlandırıp idealize ettiğimiz siyasal yapılar, ‘klasik liberal demokrasilerin’ güncel versiyonları. 12. yüzyıl İngiltere’sinden başlayarak palazlanan, birkaç asır içinde feodalizme, monarşiye ve kiliseye karşı savaşını kazanıp hâkimiyetini ilan eden burjuva sınıfının icadı olan bir sistemden söz ediyoruz.
Haliyle, klasik demokrasi ile kapitalizm arasında kopmaz bağ var. Bu nedenledir ki demokrasinin mucidi burjuvazi, tepe taklak olduğu 20. yüzyıl başlarında bu kez demokrasiyle taban tabana zıt ‘faşizmi’ yarattı. II. Dünya Savaşı ardından yine olağan yönetimine, demokrasiye döndü.
Şimdilerde kapitalizm yine grip oldu ve işin doğrusu mikrobu bünyesinde barındıran burjuvazinin, toplumlara vaat edecek ‘çekici’ bir şeyi kalmadı.
1930’larda vardı, 1960’ların sonunda da vardı. Artık yok.
Neo liberalizm ucubesinin sonuna gelindi.
Gelindiği içindir ki, tüm batı demokrasilerinde büyük toplumsal hareketler, patlamalar görülüyor. Kalmadığı içindir ki devletler giderek daha fazla şiddete ve baskıya başvurmaya başladı. Baskının gerekçesi örneğin Fransa’da bir gün varoşların ayaklanması iken, beriki gün bir IŞİD katliamı oluyor.
Her bir gerekçe, devleti ‘güvenlik devletine’ bir adım daha yaklaştırıyor ve milliyetçilik ateşini harlıyor, önemli olan da bu.
Dünyadaki servetin yarısından fazlası, parmak hesabıyla sayabileceğimiz büyük şirket ve sermayedarların elinde. Dehşetli sömürü ve gelir uçurumu çaresizlik hissini derinleştirdikçe derinleştiriyor. Tüm toplumlar travma yaşıyor.
Takdir edersiniz ki bir İngiliz’in, Londra’nın bir sokağından çıkıp IŞİD saflarında savaşarak kafa kesmek için Suriye’ye gidişini yalnızca IŞİD propagandasının başarısı ile açıklamak mümkün değil.
Kuşkusuz herkesin bunalımı da kendi meşrebince; bizim payımıza kapkaççı kapitalizmin siyasal İslam versiyonu düştü!
Sanayi Devrimi’ne benzer etkileri olan ve toplumları, ülkeleri, sosyal ilişkileri hallaç pamuğu gibi atan teknoloji/iletişim devrimi her şeyi dönüştürüyor. Üretimin verimliliği çılgınca arttı. Artık çok daha az insanın emeğiyle, daha fazla değer üretmek mümkün. Ancak değerin dağıtımında devasa adaletsizlikler var.
Sorun burada.
Birkaç milyar insan günde üç beş kuruşla hayatta kalmaya çalışırken, örneğin İsviçre ‘herkese yurttaşlık maaşı’ konulu halkoylaması düzenleyebiliyor. Böyle bir düzenin sürmesi, kazasız belasız atlatılması hiç kuşkusuz mümkün değil. Olmadığı için, kafası biraz çalışan sermayedar kesim kaygısını belli ediyor.
Koç Holding’in genç üyesinin son aylarda söylediklerini hatırlayın. ‘Eğer bir kısmını paylaşmazsak hepsini kaybedeceğiz’ deyişini. Akıllı kapitalist çünkü. Anadolu taygırları henüz yüz yıllık açlığın etkisiyle salya akıtarak küp doldurma telaşında olduğundan, durumun farkında değil. ,
Yalnızca bir hatırlatma: Türkiye’de son altı ayda (resmi rakam) 900’ün üzerinde işçi öldü. Kayıtların iş kazası, benim katliam olarak adlandırdığım şekilde…
Hızlı değişim sancısında kurulu düzenin her cıvatası yerinden oynadı, oynuyor. Bazısı çıktı bile. Klasik demokrasilerin işleyiş kuralları da etkilenecek haliyle. Tüm temsil ilişkileri değişecek, kısa süre içinde.
Bakınız: Bundan kırk elli yıl önce Manchester’daki fabrika işçilerinin ya da Liverpool’daki bir kumaşçının Avam Kamarası’ndaki temsilciye ihtiyaçları vardı. Dertlerini, şikâyetlerini ve taleplerini dile getirmek için. Londra ahalisinin dünya ile bağı, radyo ve gazeteydi. Peki, şimdi öyle mi?
Bırakalım İngiltere’yi; Malatya’daki kayısı üreticisisin dünyanın herhangi bir yerine ürününü göndermesi için kime ve neye gereksinimi var artık? Malatya mebusuna mı? Kars’ta deresine HES yapılmasını istemeyen bir yurttaş, Türkiye’yi beş dakikada, eğer iki satır İngilizce yazarsa dünyadaki çevrecileri on dakikada haberdar edebiliyor olup bitenden ve protesto örgütleyebiliyor.
Bu yazıyı okuyanlardan kaçı, kendi ilinden seçilen milletvekillerini tanıyor? İki üç kişinin adını sayabilir mi? Sayamaz çünkü onların önemi yok artık.
Eh peki böyle bir devirde seksen yıl önceki ‘temsil’ ilişkilerinin sürmesi mümkün mü? Değil tabii ki. Ve hızla değişiyor/değişecektir, kuşkunuz olmasın.
Bakın yasama organları ve siyasetçiler dünyanın her yerinde hızla prestij kaybediyor. İtalya’da bir komedyen sosyal medyadan örgütlenip sistemin/parlamentonun canına okumuştu hatırlarsınız. Batı ülkelerinde ‘yavaş şehirler’ pıtrak gibi çoğalıyor.
Çıldırmak üzere olan toplumlar, kendilerine yeni yollar, yeni yaşam formları arıyor. Mutlaka bulacaktır.
Her şey böyle hızla değişirken, başta temsil ilişkileri olmak üzere tüm eski kurumlar da yerle bir olacak, yeni formlarına kavuşacak. Sıkıcı emekli kulüplerine dönüşmüş siyasal partiler, sendikalar, dernekler vs… Böylesine çılgın bir dönüşümün içinde, yüz küsur yıllık ilişki biçimlerini olduğu gibi sürdürmek olanaksız.
İşte ‘Gezi,’ dünya çapındaki değişimin ve çığlığın Türkiye’deki adıydı. Bu nedenle herkesi şaşırttı, bu nedenle kurulu düzenin temsilcilerini çileden çıkardı ve bu nedenle ‘bittiği’ düşünülüyor.
Ne bitmesi, ‘Gezi’ bir aşama. Büyük ve ciddi bir aşama. Son üç yılda yaşadığımız hemen her şey o aşamanın izdüşümleri. Ezcümle, ne başlayan ne de biten bir olgu…
Yeni, yepyeni bir şey, eski olanla anlaşılamaz ve yönetilemez. Büyük liderlikler vs. bunlar boş işler artık.
Bir yanda faşizmin gölgesi, diğer yanda her tür otoriteye isyan eden, çileden çıkmış bir zihin. Faşizmin araçlarıyla belki bir süre oyalanılır, eziyet edilir. Hepsi bu…
Devam edecek…