Hatırlayalım, soğuk-sıcak şoklamalarıyla kısa, orta ya da uzun süreli tıbbi açlık travmalarıyla ya da aralıklı yüklenme gibi egzersiz farklılaştırmalarıyla iyi genlerimizi aktive edebiliyor/coşturuyor, kötü genlerimizi baskılayıp susturabiliyoruz. Bu işin temelinde de epigenetik mekanizmaların rol oynadığını biliyoruz. Ama şimdi anladık ki bu epigenetik mekanizmaları bazı özel besinlerle de olumlu ya da olumsuz yönde harekete geçirmemiz mümkün. Bunun yolu da “DNA metilasyonu” olarak adlandırılan bir süreci doğru ya da yanlış yönetmekle ilgili.
Beslenme süreçlerimizi etkileyen ana faktör zannettiğimizin aksine sadece besinlerdeki “kalori miktarı” değil. Daha da ileri gidelim. Beslenmemiz ile sağlığımız arasındaki ilişkiyi belirleyen şey de esas olarak besinlerin “protein, karbonhidrat, yağ zenginliği” de değil. Besinler yani yiyip içtiklerimiz DNA yazılımımızı da yani genetik şifrelerimizi de doğrudan etkileyebiliyor. Yani biz genetik bestemizi icra ederken/yaşamımızı sürdürürken bazı besinler DNA yazılımımızdaki bazı genlere “Sen sus!” derken diğer bazılarına da “Şimdi sen devreye gireceksin!” emrini verebiliyor. Bunu da sihirli bir sözcükle “METİLASYON” olarak tanımladığımız süreçlerle genlere metil grupları ekleyerek veya çıkararak yapıyor. Özetle vücudumuzda daha doğrusu DNA’larımızda/genetik kodlarımızda doğuştan gelen o mucize şifreleri ve muazzam bilgeliği doğru besinler seçerek güçlendirmemiz ya da kötü besinlerle küstürmemiz ve hasta etmemiz biraz da bizim elimizde. Yani uzun süredir sık sık tekrarladığımız gibi zannedildiğinin aksine DNA değiştirilemez bir kader değil.