ECE KARAAĞAÇ
ece.karaagac89@gmail.com
O hiçbir zaman çocuk sahibi olmadı. Ama hayranları ona hep ‘Baba’ diye seslendi. Gerçekten de milyonların Müslüm Baba’sıydı o. 2013 yılında hayatını kaybeden usta şarkıcı Müslüm Gürses’in hayatı bir sinema filmi olarak karşımızda şu günlerde.
Daha vizyona girmeden adından söz ettirmeye başlayan ve başta Müslüm Gürses hayranları olmak üzere pek çoğumuzun merakla beklediği ‘Müslüm Baba’ filmi üzerine senaryoda imzası bulunan Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi’yle sohbet ettik.
‘Alışık olduğunuz bir yaradılış değil’
Öncelikle tebrik ederim, umarım izleyiciden de beklenen karşılığı alır.
Gürhan Özçiftçi (G.Ö.): Güzel gidiyor şimdilik. Geri dönüşler iyi. Duygusu izleyiciye geçiyor gibi görünüyor. Kimle konuştuysam “Boş salon yok, bilet bulunmuyor” diyor. İnsanlara güzel bir şey izletebilmek, bazı duyguları geçirebilmek çok güzel. Bir de saygıyı hak eden bir insan vardı ortada. Başta filmin girişine Müslüm Gürses’in alaya alındığı videolardan koymak gibi bir fikrimiz vardı. Çünkü adamı hepimiz öyle tanıyorduk. Fakat hayatını okuyunca, içine girince “Daha ne yapsın?” diyorsunuz. Mafya olmamış, kimseyi öldürmemiş, çalmamış, çırpmamış. Tırnaklarıyla kazıya kazıya yaşamış. Saygıyı hak ediyor.
Doksanlarda böyle bir algı vardı gerçekten, özellikle ‘Müslümcüler’ denen enteresan bir alt-kültür vardı. Ama 2000’lerle beraber Müslüm Gürses çok daha geniş bir kitleye hitap eder hâle geldi. Bu manada da beklenen bir filmdi diye düşünüyorum. Fikir nasıl oluştu?
Hakan Günday (H.G.): Ben senaryo aşamasında dahil oldum projeye. Bu fikrin sunuluş anı olağanüstü heyecan verici bir andı benim için. Çünkü bir hayat anlatmanın ötesinde, bir insanı anlatmanın ötesinde, bir sanatçıyı anlatmak ve herhangi bir sanatçı da değil, çok nadir bir şeye, kendi sesine sahip olan; ona kavuşmuş, onu bulabilmiş bir müzik insanını anlatma fırsatı bulunca birkaç duyguyu aynı anda hissediyorsunuz: Sorumluluk hissediyorsunuz, çünkü bu çok büyük bir sorumluluk. Aynı zamanda bunun ilham verici bir süreç olacağını biliyorsunuz. Size kendi mesleğinizle, hikaye anlatıcılığıyla ilişkinizi sorgulatacağını da biliyorsunuz.

Hakan Günday (Fotoğraf: Selen Özer Günday)
Sanatın sanatçıyla ilişkisi, bazen birbirlerine iyi gelmeleri gibi düşünceler uçuşuyordu zihnimde bu senaryoya başlarken. Bunun yanında, o sorumluluk konusuna gelirsek, temel endişe ve temel amaç da şu; dünyanın en zor işi bir insanı anlatmak bana sorarsanız, ben 20 yıldır bunu yapmaya çalışıyorum. Bunu romanlarda yapıyordum. Şimdi farklı bir disiplinde, senaryo metninde yapmaya çalıştık hep beraber. Bana sorarsanız bu dünyanın en zor işi. Hikaye anlatıcılığının en zor yani insanı anlatmak ama hikaye anlatmak da buna yarıyor zaten. Bu sayede birbirimizi tanıyabiliyoruz. Çünkü her ne kadar dip dibe yaşasak da birbirimizden o kadar uzağız ki aslında!
Bu sadece bizim toplumumuz için değil, farklı farklı coğrafyalar için de böyle. Bize çok uzak birtakım kişiler ya da kesimlerle aslında aynı dünyada yaşadığımızı ve aynı oksijeni içimize çektiğimizi anlatacak ve hatırlatacak olan şey hikayeler.
Müslüm Gürses’in hayatını anlatmaya çalışmak benim için her şeyden önce çok öğretici bir süreçti. Yazıyla, mesleğimle ilişkimi düşündüm. Müslüm Gürses’i tanıdıkça, sorunlarla başa çıkma biçimini, yaşadığı acılarla başa çıkma biçimini gördükçe böyle bir insanı tanımanın etkisi altında kalıyorsunuz aynı zamanda. Çünkü alışık olduğunuz bir yaradılış değil.
Alışık olduğunuz şey “Hayat bana bir darbe vurursa ilk fırsatta ben onun iki katını vurmaya hazırım” refleksidir. Alışılmadık olan, burada gördüğümüz, hayatın bütün zorluklarına göğüs geren biri. Bütün bu büyük acıların karşısında, her acıdan daha da olgunlaşarak, daha da büyüyerek çıkan bir insandan bahsediyoruz. Dolayısıyla benim açımdan böyle bir kişiyi, böylesinde sanatında özgün, kar tanesi gibi biricik olan birini tanıma fırsatı verdiği için çok olağanüstü öğretici bir süreç.
Bir yanda 60 yıllık bir hikayeyi iki buçuk saat içinde anlatma mecburiyeti var. Bir yanda da gerçekten yaşamış bir kişinin hikayesini anlatıyorsunuz. “Yanlış anlatmışsınız” denme ihtimali olan bir iş yapıyorsunuz. Bu işin arka planındaki tarihi, Müslüm Gürses’in kişisel tarihini nasıl çalıştınız?
H.G: Öncelikle bu konuyla ilgili araştırmalar ve röportajlar yapan, elimizdeki kaynaklara çok katkısı olan Gülşen İşeri var. Zaten Muhterem hanımın da (Müslüm Gürses’in hayat akadaşı Muhterem Nur) biyografisini yazdı ve yayımladı. O da büyük bir iş. Orada çok farklı kişilerle yapılmış röportajlar, Müslüm Gürses’in hayatının farklı dönemlerinde onu tanımış, mesleki hayatında ya da gündelik hayatında yan yana gelmiş kişilerin tanıklıkları vardı.
Bunun yanında, bana sorarsanız, en önemli tanıklık tabii ki Muhterem hanımın tanıklığıydı. Çünkü koca bir ömür geçirmişler birlikte. Dolayısıyla bu noktalarda birtakım tercihler yapmak zorundasınız. Bütün bu bilgiler koca bir ömür. Bu koca ömrü nasıl anlatacağınızı bulabilmenin temel yolu birtakım tercihler yapmak ve kendinizi sınırlandırmak. Bu işin ta en başından beri temel amacımız Müslüm Gürses’i bir insan olarak anlatmak ve aktarmaktı. Onun düşünce ve duygu yapısını, hayatla ilişkisini bir nebze de olsa aktarabilmekti.
Çünkü bu aktarılabilirse sanatının, müzikle ilişkisinin de anlaşılabileceğini düşünüyorduk. Bu noktada da sınırlarınızı farklı çizmeye başlıyorsunuz ve merkezinde Müslüm Gürses’in olduğu, onun yürüdüğü bir yolda siz takipçi haline geliyorsunuz. Aslında Müslüm Gürses anlattığınız hikayede insan olarak sizin kılavuzluğunuzu yapmaya başlıyor. Bizim yaptığımız şey de onu, onun adımlarını takip etmek oldu.
‘Çarpan ilk şey kimsesizliği, tek başına var oluşu’
Gürhan bey, siz oldukça deneyimli bir senaristsiniz. Siz bu işe nasıl dahil oldunuz ve sonrasında bu 60 yıllık ömrü anlatmanın sizi özellikle teknik açıdan zorlayan tarafları oldu mu?
G.Ö: Ben dahil olduğumda Hakan tarafından yazılmış bir senaryo vardı. Ben bu projeye önce senaryo doktoru olarak girdim. Ortada zaten bir hikaye ve yanı sıra Gülşen (İşeri) tarafından hazırlanmış 30-35 sayfalık bir araştırma dosyası vardı. Ben 74’lüyüm. Çevremde Müslüm dinleyen çok arkadaşım vardı, ben gençliğimde hiç dinlememiştim. Ama Müslümcü arkadaşlarımla her zaman iyi geçinirdim, hepsi çok dürüst insanlardı. O yüzden Müslüm’e ve Müslümcülüğe karşı bir sempatim vardı.

Gürhan Özçiftçi
Ama adamın hayatını okuduktan sonra beni çarpan ilk şey kimsesizliği, tek başına var oluşu oldu. Hayatındaki herkesi kaybetmiş. Hayatının bir dönemine kadar yarın yokmuş gibi yaşamış. İçmiş, şarkı söylemiş ve uyumuş. Sonra bir anda karşısına çocukluğundan geriye kalan tek şey, Muhterem Nur çıkıyor. Çocukken beyaz perdede izlediği kadın… Bu da çok vurucu. Şimdi bu 60 yılın içinden neyi anlatacaksınız? Ne dikkatinizi çekiyorsa, hikayeyi nereye yaslamak istiyorsanız onu. Hakan’la oturup bu proje üzerine konuştuğumuzda her zaman karakter üzerine konuştuk. Konuşa konuşa, düşüne düşüne, yeri geldiğinde de tatlı sürtüşmelerle ikimizin de içine sinen bir şey çıktı ortaya.
H.G: Tüm sanat disiplinlerinde olduğu gibi bunda da bir tane doğru yol yok, milyarlarca yolu var. Yarın bu filmi başka biri yazsa bambaşka bir şekilde yazacak, başka biri çekse bambaşka bir şekilde çekecek. Çünkü bunu mümkün kılan biri var karşınızda. O kadar katmanlı ve farklı açılardan bakabileceğiniz bir olgu ki bu size bu fırsatı veriyor.
G.Ö: Müslüm Gürses’in karakterini kimse böyle görmemişti. Bugün bir arkadaşım mesaj attı. “Önyargılarımı yıktığınız için teşekkür ederim. Müslüm’ü hiç dinlemedim ve o ve kitlesi benim tümüyle dışımda görünüyordu. Bu filmi izleyince önyargılarımdan utandım” dedi. Bu duygunun geçmesi çok önemli. Bu adam saygıyı hak eden bir adam. Biz bu adamı Youtube’daki komik videolarından hatırlamayalım istiyordum ben.
O kadar kaba bakıyoruz ki birbirimize, etiketlemeci bir tarafımız var. Bende de vardı bu. Hâlâ vardır belki bir nebze. Türkiye’de, bazı naifler hariç, böyle doğuyoruz herhalde. Adamın hayatında hiç karanlık bir taraf yok. Bir adamı var, 20 yıl şoförlüğünü yapmış. İki şey söyledi Müslüm hakkında; çorabında sigara taşırmış ve parayı hiç sevmezmiş.
Bir anısını anlattı. Müslüm Gürses’e gazinodan pavyona pek çok yerde iş ayarlıyormuş, bir gün bir taverna ayarlamış. 3 bin lira vereceklermiş. Yanlarında Muhterem hanım da varmış. Muhterem hanım “Saçmalamayın, pavyonda mı sahneye çıkacaksın! Sen sanatçısın, bu paraya sahneye çıkılır mı!” filan demiş. Müslüm de “Oğlum, yarın ara, en az 3050 lira iste,” demiş. Parayla alakası bu kadar adamın. Sıcak bir insanmış.
Karakterden bu kadar bahsetmişken, filmde dikkatimi çeken bir diğer unsur Müslüm Gürses’in çocukluk ve gençlik yıllarına verdiğiniz ağırlık oldu. Çünkü sanırım onun karakterini şekillendiren en trajik olaylar da bu dönemlerde yaşanmış aslında. Babasının annesini öldürmesi, müzikle tanışması… Bu kısımlarda, dondurma külahları gibi çok sıcak detaylar da vardı. Bu detayların ne kadarı gerçeğe dayanıyor, ne kadarı sizin hayal gücünüz?
H.G: Bir yüzde vermek çok zor tabii. Ama şöyle söyleyeyim; siz o an, orada iki kişi arasında, mesela abi kardeş arasında nasıl bir ilişki olduğunu biliyorsunuz ve o ilişkiyi bir mizansenle elinizden geldiğince özetlemeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla dondurma külahı gerçekten var mıydı, yok muydu asla bilemeyeceğiz ama o sahneyi izlerken ne hissediyorsanız o abi kardeş ilişkisinin öyle olduğunu biliyoruz. O külah bir hayal ürünü ama biliyoruz ki o külahın yaşattığı duygu orada, o duygu yaşandı.
‘Büyük bir şiddetten büyük bir iç huzurun oluştuğu bir iç barışa’
Filmden önce hakkında çok bilgi sahibi olduğum biri değildi Müslüm Gürses, fakat film boyunca babasıyla ilişkisinin kişiliğinde ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Babasına benzemekten korkan bir adam… Bir tür Oidipus kompleksi gibi, sanki babasını öldürse rahatlayacak gibi ama bir yandan da çok naif. Babasıyla ilişkisi Müslüm Gürses’in karakterini nasıl etkilemiş sizce, bu naiflik babasına benzememe mücadelesinin bir sonucu olabilir mi?
H.G: Şiddetin normalleştirildiği, sıradanlaştırıldığı bir yapı içinde dünyaya geldiyseniz (bu bir aile, mahalle ya da toplum olabilir) buradaki en büyük tuzaklardan ve en çok görülen sonuçlardan biri şiddetin kendini her nesilde yeniden üretmesi. Yani bir kısır döngüye dönmesi. Ataerkil bir toplumda şiddet sonraki nesle aktarılarak son derece sıkıntısız bir biçimde, asırlar boyu sürebilir. Ta ki biri çıkıp o zinciri kırana kadar. O zinciri kırmak çok zordur. Çünkü öyle bir dünyaya doğarsınız ki önceden sizin için bir gerçekler bütünü yaratılmıştır, senin doğruların bu olacak, denir. Senin içine doğduğun yerde insan hayatının bir değeri yoksa senin insan hayatının değeri olduğunu anlaman için belki de kırk yıl yaşaman gerekir.
Müslüm Gürses’in örneğinde görüyoruz ki o zincir kırılmış. O şiddet sarmalı kırılıyor. Bunun kırılması çok uzun sürüyor, birçok iç hesaplaşma sonucunda mümkün olabiliyor. Ama en nihayetinde büyük bir şiddetten büyük bir iç huzurun oluştuğu bir iç barışa evriliyor. Şiddeti yeniden üretme tuzaklarının bazılarına düşülüyor da. Şiddet zincirleme olunca bunu kırmak çok uzun sürüyor. Bunu kırdığın zaman da bu bir hikaye oluyor, bir masal oluyor, gerçek romantizm oradan geliyor, çünkü o istisnai oluyor, birisi “Dur” diyor. “Yapmayacağım, ben bu değilim” diyor. “Her ne kadar bunun içine doğmuş olsam da ben bundan ibaret değilim, ben babam değilim” diyebiliyor ve kendi doğrularını yeniden üretebiliyor. Eğer doğru anlayabildiysem, benim açımdam Müslüm Gürses’in babasıyla bütün macerası hemen hemen böyle galiba.
G.Ö: Bence biraz daha çözülememiş bir şey var burada. Anadolu’da bir inanç vardır. Ortalama bir erkek çocuğuna babasını sorarsanız “Babam sarhoş, ayyaş ama babam olmasaydı annemi orospu yaparlardı” der. Bununla bazen yüzleşilemeyebiliyor. Müslüm de bunun acısını hissedip her şeye rağmen ona sahip çıkıyor. Karşı çıkamadığı için kendinden de nefret ediyor aslında. Alsa karşısına, bir bağırıp çağırsa… Ama yok. En sonunda hayatından çıkarıyor zaten. Evet, karşı çıktı ona benzemeyerek, yapmayarak ama o da pasif direniş.
H.G: Bir duyguyla, bir acıyla, negatif bir şeyle savaşırken sizin için en büyük tehlike savaştığınız şeye benzemektir. Ona benzememek için kendinizi çekip toparladığınız bir an olur. Ama çok nadir şeyler tabii bunlar. Çünkü en kolayı düşmana benzemektir, öyle de bir ömür geçer zaten. Ama burada düşmana benzememek için her şeyi yaptığını görüyoruz. Mücadele ettiği şeye dönüşmüyor.
G.Ö: Dönüştüğünde de canavarlaşıyor işte, Muhterem Nur’u dövme sahnesi gibi.
Babasına benzeme korkusuyla baba olmaktan kaçan ama hayranları tarafından da ‘Baba’ diye hitap edilen biri Müslüm Gürses. Hayranları onda evlerinde göremedikleri şefkatli, naif baba figürünü gördükleri için böyle bir hitap seçmiş olabilirler mi, ne dersiniz?
H.G: Bunun birçok sebebi olabilir ama bence bunlardan biri Müslüm Gürses’in kendi duruşunda; hayatla ilişkisinden ve sahnede kendini ifade biçiminden insanlara yansıyan olağanüstü bir kapsayıcılık, kabul etme. Herkesi olduğu gibi kabul etme hali var. Kimliğinizden, ten renginizden, inançlarınızdan ya da etnik kökeninizden ötürü her an önyargılarla boğuşarak yaşadığınız bir toplumda biri çıkıp sizi olduğunuz gibi kabul ediyorsa ona çok rahat ‘Baba’ diyebilirsiniz. Çünkü onun yanında kendiniz olabilirsiniz. Yanında kendiniz olabildiğiniz insan sizin ailenizdir. Sağlıklı bir ailede insanın kendi gibi olabilmesi gerekir.
G.Ö: Bir de her şarkıdan sonra “Anlatabildim mi?” diye soruyor adam. “Güzel okuyabildim mi, oldu mu?” diye sormuyor. Adamın her şarkıyla ilgili bir derdi var. Şarkısını söylerken sıcaklığını, samimiyetini de veriyordu ve bence karşısındaki adam da onu hissediyordu.
Öte yandan yine ona ‘Baba’ diyen bir hayranı tarafından da bıçaklanıyor konser sırasında. Bu akla John Lennon örneğini getiriyor, ister istemez. Bu kadar sevdiğiniz birine zarar verme dürtüsü nereden kaynaklanıyor olabilir?
H.G: Bunun birçok yanıtı olabilir. Sonuçta insanlardan bahsediyoruz. Bu sorunun sorulan kişi kadar yanıtı var muhtemelen. Ama benim bu konudaki naçizane fikrim şu: Oradaki his ‘Ha ben, ha sen’ gibi. “Biz bir bütün olduğumuz için ha kendime zarar vermişim ha sana, çünkü biz artık biriz. Kendimle o kadar bir hissediyorum ki seni, vücudumun devamı gibisin. Düşüncemin devamı gibisin. Dolayısıyla ha sen, ha ben” diyor olabilirler.
İkincisi çok derin bir duyguda, fiziksel acıysa bu fiziksel acıda buluşma anı olabilir. Bir esrime anı çünkü bu. Öyle bir coşkunluk ki bu bilincin tamamen kaybolduğu bir an. Biz tabii bunu ne kadar konuşursak konuşalım gerçek sebebini bulmak mümkün değil. Ama sonrasında ne olduğuna bakmak mümkün, çünkü onu biliyoruz. Orada yine kabullenmeyi görüyoruz. Onu alıp kucağında eritmeyi ve çok ağır bir darbeyi o an, orada bir toz bulutuna dönüştürmeyi görüyoruz.
G.Ö: O da biliyor o adamın kendisini öldürmeye gelmediğini. Onların hiçbiri de mutlu çocuklar değil yani. Anlamak lazım. Az önce dedim ya etiketçiyiz diye… Bir de böyle bakmak lazım aslında yakın tarihe.
Müslüm Gürses 2000’li yıllarla beraber Müslümcüler denen kitlenin dışında çok daha geniş ve yeni bir kitleye de hitap etmeye de başladı. Siz bu dönüşümü neye bağlıyorsunuz? 2000’lerin insanı Müslüm Gürses’i nasıl keşfetti?
HG: Ben yine kendi sesine sahip olmanın etkisine dönmek istiyorum. Eğer sizin size ait, özgün bir üslubunuz varsa; bu ister romanda, ister şiirde, ister müzikte olsun, bu mutlaka hissedilir. Üslup bu dünyada sadece o kişinin sahip olabileceği bir üslupsa, kişi bulduysa kendi sesini ve dünyanın kendi durduğu yerden nasıl göründüğünü başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir biçimde anlatmaya başladıysa bu hissedilir, dolayısıyla bunun etkisi kesinlikle var. Bu tanıma doğallık da giriyor; sahi olmak, sahih olmak… Gerçek olmanın etkisi kesinlikle var.
Kitlesel sanat üretiminde, ürünlerin en nihayetinde ticari bir metaya dönüştüğü bir dünyada birinin çıkıp ne biliyorsa onu yapıyor olduğunu görmek ilham vermiş olabilir ve bambaşka bir açıdan çok rock’n roll gelmiş olabilir birinin neyse o olabilmesi ve müziğini o şekilde yapması. Bazıları rock’n roll görmüştür, bazıları punk görmüştür, bazıları halk müziği görmüştür, bazıları 1400 yıllık Anadolu tarihini görmüştür, bazıları 80’lerin arabesk müziğini görmüştür, bazıları gerçek türküyü görmüştür. Çünkü bize bu imkanı veren birinden bahsediyoruz.
Öyle bir yerde duruyor ki biz onda bütün bu kavramları görebiliyoruz. Ama tabii bana sorarsanız bu üzerine bol bol akademik çalışma gerektiren bir şey. Çünkü yanlış bilmiyorsam Müslüm Gürses bu denli farklı kesimlerce dinlenmiş ve sevilmiş tek örnek. Böylesi dönüşümler çok nadirdir.
Söyleşinin devamı yarın…