BİLGEHAN UÇAK
@bilgehanucak
Leonardo da Vinci’nin ‘tezyinat-ı zat-ı sıfat’ açısından tek rakibi sanırım Murat Belge olabilir! Edebiyat profesörü, eleştirmen, yayıncı, aktivist, kıyı kaptanı, rehber, tarihçi, gurman, aşçı, köşe yazarı, ideolog… -al işte mimari, müzik, resim, kısaca sanat tarihi üstüne yaptıklarını atlamış oldum.
Birkaç haftadır ‘Başka Kentler Başka Denizler’in dört cildini karıştıra karıştıra okuyorum. Okudukça, aslında söylenmeyen yeni bir ‘sıfatını’ da keşfediyorum. Murat Belge, bütün bunların yanında bir edebiyatçı. Galiba Tuba Çandar’la olan nehir söyleşisindeydi, “Dostoyevski okuduktan sonra, öyle olamayacağım için roman yazmaktan vazgeçtim” demişti. Roman yazmaması roman sanatı için bir kayıp. Ama bu kaybı seyahatnameleriyle telafi ediyor.
Ukrayna, Bulgaristan, İsveç, Polonya, Finlandiya… Murat Belge’yle dünyayı geziyorum. Dört cilt, büyük boy, her biri en az 500 sayfa. Ama insan kendini kaptırıp gidiyor. Nasıl gitmesin ki? Bir kere, çok eğlenceli, çok komik -ilk ciltteki Ukrayna bölümünü düşünün- ama akla durgunluk verecek birikimi ve kültürüyle birleştiriyor bunu.
Mesela, Polonya bölümünde -dördüncü cilt- şöyle bir cümle çıkıyor karşınıza: “İnsan kaç hayal kırıklığı kaldırabilir, kendi kendinin hayal kırıklığı oluncaya kadar?” (s. 386) Şimdi ben sevgili hocam için bir şey söylesem hadsizlik olur, söylemesem eksik kalır. Bir seyahatnamede karşımıza çıkan bu cümle, bir seyahatnamede bekleyeceğimiz bir cümle asla değildir. En iyisi bu kadarla keseyim.
‘Başka Kentler‘ serisini okuyorum, dedim. Aslında, “Okuyordum” demem daha doğru çünkü geçen haftayı yine Murat Belge’nin rehberliğinde ama İstanbul’da geçirdim. Daha önce, ‘İstanbul Gezi Rehberi’, Boğaziçi’nde Yalılar ve İnsanlar’ ile ‘Bu Şehr-i İstanbul ki’yi okumuştuk ondan. Şimdi, yepyeni bir İstanbul kitabıyla çıkıverdi: İstanbul’un Surları ve Kapıları (İBB Kültür, Şubat 2021).
İnsan yine kaybolup gidiyor sayfalar arasında. “Ne çok şey bilmiyormuşum,” duygusu her sayfada -ve tabii ona eşlik eden her adımda- yineleniyor. Ansızın kendini yollara atıp soluğu anlattığı yerlerde almak istiyorsun. Varsa yoksa sur boyunca gezme, dolaşma isteği içinde büyüdükçe büyüyor ve en nihayetinde, benim gibi, şu kapanmalara kadar, elinde koca kitap, insanların manasız bakışlarına aldırmadan yürürken buluyorsun kendini.
Rehber kitaplarını seyahatnamenin alt türü kabul edebiliriz sanırım. Murat Belge, seyahatnamelerinde, alışageldiğimiz tekdüze bir dil tutturmuyor hiçbir zaman. Mesela, bir anda otobiyografik bir metin okumaya başlıyorsunuz -örneğin, Başka Kentler, Birinci Cilt, Bulgaristan bölümü, ‘Bulgar diplomatlar’ arabaşlığı. (s. 412) Konuyu dağıttı, konudan uzaklaştı diye düşünürken ansızın sizi tam da olmak istediğiniz yere getiriyor. Şöyle bir benzetme yapayım: Bir tarihçi, bir akademisyen, hatta bir rehber size “Rize, 10 kilometre” diyorsa, 10 kilometre sonra Rize’de olacağınızı bilirsiniz. Eminsinizdir bundan. Ama Murat Belge, size aynı şeyi söylediğinde meğer Kars’a gelmişsinizdir. Burada görülecek binalar vardır, yenecek yemekler vardır, tarih vardır, anlatılacak hikâyeler vardır. Üstelik bunların hepsinin Rize’yle de bir ilgisi vardır. Bunları bilerek Rize’ye giderseniz, daha iyi anlarsınız.
Murat Belge’yle gezmek böyle bir şey. İki nokta arasındaki en kısa yolu asla tercih etmeyerek, kenarda köşede kalmışları mümkün mertebe görmeye çalışarak ama bütün bu yolculuk boyunca düşünmeyi elden bırakmayarak. İster Balat’ı gezin, ister yalıları, ister Beyoğlu’nu, isterseniz sur boyunca Samatya’yı… Murat Belge, sizi sürekli düşünmeye davet eder. Size gösterdiği neyse, ona öylece bakmakla yetinmezsiniz. Şu tarihte yapıldı da, bu tarihte yıkıldı da, işte bu gördüğünüz onun yerine şu tarihte… Böyle denip geçilmez Murat Belge’yle gezerken. Oturup düşünürsünüz neden öyle olduğunu.
İstanbul’un Surları ve Kapıları da böyle. ‘Sur’ kavramını anlatarak başlıyor. Sur nedir, niye ihtiyaç duyuldu, surla kentin ilişkisi… Hem tarihten örnekler vererek hem de başka kentlerin surlarıyla mukayese ederek anlatıyor bize. Sonrası, çok eğlenceli, çok keyifli, muhteşem bir yolculuk. İnsan gördüğü şeye bir anlam verince onunla yeni bir ilişkiye geçiyor. Surları ben böyle dolaştım. Ayrıca, bu yolculuğun bilgilendiriciliğinin yanısıra çok eğlenceli ve keyifli olmasının sebebi Murat Belge’nin üslubu.
Öyle kolay değil bir günde yürümek… Bölümlerin altbaşlıklarını sıralayayım da anlaşılsın: Yedikule’den Ayvansaray’a, Balat’tan Sirkeci’ye, Sarayburnu’ndan Narlıkapı’ya, Karaköy, Tophane ve Galata…
Bir de kitabın kendisine bakalım. Kitap deyince aklımıza içeriği geliyor ama ben materyale değinmek istiyorum. 11 kişiden alınan fotoğraflarla metni zenginleştirmişler. İyi bir kâğıda basılmış. Ciltlenmiş.
Bilenler bilir, Murat Belge’nin fotoğrafla bir sorunu vardır. Boğaziçi’nde Yalılar ve İnsanlar’ın girişinde anlatır mesela, “Benim fotoğraf arşivim falan yoktur”, der. Bence bunun sebebi, Murat Belge’nin bir yere bakarken, onu anlatırken sürekli düşünmesi. Bu bir ‘carpe diem’ tabii, o esnada gördüğü ya da anlattığı şey neyse zihni onun mimarisi, tarihi, edebiyatı, detaylarıyla dolu -fotoğraf çekme fikri yok. O fikir geldiğinde de zaten çoktan uzaklaşmış oluyor. Bu tabii benim hayli spekülatif düşüncem. Sanırım, salgın izin verirse, birkaç aya İstanbul surlarını ellerinde lacivert ciltli kitaplar olan insanlar kuşatacaktır. Artık hangi kapıdan gireceklerine kendileri karar verir.