Maalesef Türkiye özellikle son beş yılda “Hukukun üstünlüğü”nü zaafa uğratan öylesine örnekler yaşadı ki doğrusu hukuk devleti adına hayıflanmamak mümkün değil.
Mesela bir Osman Kavala davası var ki hiçbir hukuk ve vicdanla izah edilemeyecek kadar vahim. Esas itibariyle Kavala ile ilgili hazırlanan dosyaya hukuk normları açısından bakıldığında, bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminde bırakın müebbet cezayı, dava bile açılması mümkün değildir.
Ama gelin görün ki Anayasamızın 90. Maddesinde değişiklik yaparak iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz halde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “Kavala’yı derhal serbest bırakın” kararına bile uymadık.
Bu davanın hukuki bir zeminde ilerlemediğinin en önemli göstergesi, Kavala’nın tutukluluğu ile ilgili itirazını reddeden Anayasa Mahkemesi’nin kararına, karşı oy kullanan AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın yazdığı itiraz şerhidir. Gezi’ye katılmanın tek başına bir suç olmadığına ve özellikle de başvurucunun (Kavala’nın) şiddet olayları ile arasındaki bağlantının ortaya koyulduğunun söylenemeyeceğine işaret eden Arslan’ın bu konudaki görüşü o kadar net ki: “Öncelikle, başvurucunun Gezi olaylarına katılmış ve bu olayları desteklemiş olmasının tek başına bir suç işlediğinin belirtisi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Zira barışçıl olmak kaydıyla herkes toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyebilir, düzenlenenlere katılabilir ve bunların yaygınlaşmasını isteyebilir.”
İşte tam da şimdi Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’la ilgili verdiği ‘hak ihlali’ kararı, Türkiye’nin hukuk normlarına dönüşü açısından çok önemli bir fırsat sunmuş bulunuyor.