

BEHZAT ŞAHİN
Bazen eş dostla, bazen tek başıma giderim meyhanelere. Eş dostla gidince muhabbet eksik olmaz masada. Bugün tek başımayım ama yine de masada bir muhabbet bir muhabbet, öyle böyle değil. Her dublede ayrı bir tarih. Hem de didaktik, sıkıcı olandan değil. Bazen hüzünlendirse de çoğu acayip eğlenceli, ilk kez duyduğum ayrıntılarla süslü bir tarih. Üstelik ağzımı açıp tek kelime bile etmedim; tepkilerim ya tebessüm ya da gözlerimden geçen hüzün şeklindeydi. Önce meyhanemize gidip masayı kuralım da ayrıntıları öyle anlatayım.


Aslında ilk gelişim değil. Birkaç ay önce yürüyüş molası verip birayla soluklanmıştım. Burası Derya 2 Restaurant. Ulaşım çok kolay, Kabataş-Bağcılar tramvay hattının Şehremini durağına yakın. Büyüksaraymeydanı Caddesi’nde, iki katlı müstakil bir binanın giriş katında. Girişten sonra bir sahanlık, ardından bir giriş kapısı daha var. Kapı açık değilse içerisi gözükmüyor. Dışı film kaplı.

Üst kata çıkan merdivenin daralttığı girişte solda yedi sıra ikili masa, biraz genişleyen yerde beş sıra dörtlü masa var.
Uzun salonun sağındaysa yedi sıra altılı masa, bitiminde banko ve meze dolabı, geçince sadece erkeklere mahsus tuvalet, iki pisuvar, bir alaturka kabin. Temiz. Salonun sonu da mutfak.

Eski tip kaplama duvarlarda hafif erotik kadın fotoğraf ve resimleri asılı. Modern görseller, sarı rengi kullanan bira firmasına ait. Birkaç tane de büyük boy fiyat listesi var.
Beş ekranda Kocaeli Hipodromu’ndan at yarışı yayınlanıyor, ilgilileri de hemen önlerindeki masalarda. Bende hala bir ilerleme yok at yarışı konusunda.

Erkenciyim, daha güneş batmadı bile. Birkaç masa var yine de. Salonun ortalarına doğru, ikili boş masaya çantamı koyup daha oturmadan meze seçmek için yaş almış garsonla dolaba gittim. Geniş cam küvetlerde onbeş kadar meze var. Dolap özenli, mezeler pırıl pırıl. Yarımşar porsiyon istedim, bankoda adisyonları tutan beyefendi bir yandan da siparişlerimi tabaklara doldurdu. Geçtim masama, bir de 35’lik. Şakşuka, acılı ezme, barbunya pilaki, pırasa, taze fasulye… Beyin de söylemiştim? Meğer mutfağa, garnitürleriyle buluşmaya gitmiş. Özenle hazırlanmış bir tabak içinde geldi.
Rakı da soğuk su da. O şahane ilk yudumu alıp, çatalın ucuyla bütün mezelerde gezindim; hepsi günlük ve özenli. Artık masa arkadaşımı çantamdan çıkarabilirim. O da sıkı içici. Her dublede bir hikâyesi var…

Masa arkadaşım, Anason İşleri Kitapları’ndan çıkan ‘100 DUBLEDE CUMHURİYET TARİHİ.‘ Alt başlığı da ‘Çalışmadığınız yerden‘. Yazarı, Hakan Kaynar. Kitabın arkasındaki tanıtım yazısında içerikle ilgili vaatler var, ama bence, az bile demişler:
“Rakı sofrası memleketi kurtarmaya da Cumhuriyet tarihine de meraklıdır. Ama bunu oradan bakarak yazmaya cüret eden olmamıştı.
Hakan Kaynar, tarihçi. Cumhuriyet tarihine rakı sofrasından bakıyor. Okuruyla muhabbet eder gibi.
Eğlence tarihinden, kadın erkek meselesinden, edebiyattan, sinemadan, müzikten, elbette siyasetten, silahlı külahlı işlerden bahsediyor. Şehir efsanelerine, dedikodulara giriyor. Bölen ve birleştiren ne varsa, yüz duble halinde getiriyor masaya.
Darbeler, suikastlar, idamlar, kadın cinayetleri, Madımak, 6-7 Eylül… Okumaya alıştığımız halleriyle değil. Soru işaretleri canlı, dosyalar açık.
Şahane muhabbet vaat ediyor bu kitap. Yetişkinler için.
Tabularınızı saklayın, meze yapmaya geliyoruz!”
Sırasıyla okumaya da gerek yok. Rastgele açtım sayfaları. Dubleleri mi deseydim? Kitabın kronolojisi ‘1. Duble, 2. Duble…..99. Duble, 100. Duble‘ şeklinde, her duble bir konuya içiliyor.

Masa arkadaşımla neler konuştuğumuzu şimdi tek tek anlatmayacağım. Neticede masada konuşulan masada kalır ama benimle ilgili gördüğüm şu bölümü yazmakta beis görmüyorum.
Meğer ben de bir utancın parçasıymışım! Masa arkadaşım yüzüme vurmasaydı bilemeyecektim. Rakı masasının güzelliklerinden biri de bu zaten, herkes dürüst. Şeyhülislam Yahya Efendi (1561-1644) zamanında da öyleymiş ki gazelinde “Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî” demiş.
32. Duble’yi ‘Meyhane çalışanlarına’ kaldırmış Hakan Kaynar. Meyhaneciliğin bir kararnameyle nasıl el değiştirdiğini anlatıyor:
“(…) 1930’larda İstanbul’un belleğinden bir değil, bin parça atılmış desek yeridir. 1935 yılının, gündelik hayatı etkileyen en önemli olaylarından biri Küçük Sanatlar Kanunu’nun uygulanmasıyla ilgili kararname oldu. Aslında bundan üç yıl önce çıkarılan bir başkasının, Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Kanunu’nun devamıydı bu. Bu kanunlar belli mesleklerin artık yalnızca Türk vatandaşlarınca yapılmasını emrediyordu. Çalgıcılık, berberlik, fotoğrafçılık, her türlü kapıcılık, sanayide işçilik, şoförlük diye giden listeye ek olarak ‘barlarda kadın ve hizmetçilik, bar oyunculuğu ve şarkıcılığı’ da ‘devlet inhisarına tabi maddelerin satıcılığı’ yani meyhanecilik de artık sadece Türk vatandaşları tarafından yapılacaktı. Bu yasağın birinci hedefi yıllardır meyhanecilik denen meslekle akla gelen ya da oraların çalışanı olan İstanbullu Rumlardı.”
Demek sadece mala çökülmemiş, mesleklere de çökülmüş. Artık meyhaneciyim derken, eskisi kadar gururlanamayacağım maalesef.
Bizim masa efkâra boğuldu. Yani ben. Kitaba ara verip boş bir anını yakaladığım deneyimli garsonla çene çaldım biraz.

Sadık Bey (Çalışkan, 63) 1978’den beri meslekte. Malatyalı. Ben de. Biraz memleketçilik yapmaya çalıştık ama ne onda ne bende o kumaş var. Şehremini’de Hemşerim Birahanesi’ne gelmiş 2000 yılında, 2011’den beri de buradaymış. 2007’de emekli olmuş. Evi Avcılar’da. İki çocuk yetiştirmiş, bir süre sonra fiili emekliliğe ayırıp kendini, Gökçeada’da aldığı evine yerleşmekmiş niyeti. Biz laflarken servisi de aksatmıyor. Gelip geçerken kaldığımız yerden devam ediyoruz. Müşterilerin tamamı semttenmiş. Eskiden yakınlardaki otellerden Avrupalı turist gelse de artık kalmamış onlar.

“Bizim patron 1998’de kiraladı burayı. Tuncelili Muharrem Aral. Üst kattaki kahve de bizim. Adı ondan önce Sini olmuş, Apo’nun Yeri olmuş.”
Peki, niye 2? Birincisi nerede?
İlki Zeytinburnu’ndaymış, devredip burayı açmış Muharrem Bey. Doğru ya, gitmiştim oraya da. İşletmecisi Mahir Bey de Tunceliliydi.
Bir ara kadehimi alıp bankodaki beyefendiye uğradım.
Cem Bey (Değirmencioğlu, 48) Tunceli Hozat’tan. Mekanın sahibinin yeğeni, başından beri burada çalışıyor. Yılın her günü açıklarmış. Saat 10:00’da başlayan servis gece 02:00’ye kadar sürüyor. Biz konuşurken gelen Sabri Bey (Hısım, 71), eski müdavimlerinden. Üç yıl önce Bozüyük’e taşınmış.

“Kendimi bildim bileli içerim. Her akşam buradaydım neredeyse. Bundan önce Abdullah Abi’nin yeriydi burası, öyle herkesi almazdı. Derya olmadan öncesinde de bir 50 yılı vardır buranın.”
Bu akşam içmedi Sabri Bey, hasret gidermeye gelmiş, araba kullanacakmış.
Ana yemek olarak Adana söyledim. Yanında gelen garnitür, Adana-Mersin’dekileri aratmayacak şekilde. Sadece bunlarla bir büyük içilir. Kebap orijinali ayarında olmasa da vasat değil.

Ustamız Mehmet Ulus (47), 26 yıldır meslekte. Diyarbakır Kulplu. 30 yıldır İstanbul’da. Mesleğe burada başlamış.
Diğer garsonumuz Gökhan Bey de (Şen, 52) Malatya kökenli ama doğma büyüme Şehreminili.
Caddeye ilk gelişim değil. Daha önce de buraya niyetlenmiştim, ancak karşı sıradaki Texas, adıyla cezbetmişti beni. Tesadüf şu ki, oradaki masa arkadaşım Yücel Hoca da işinin erbabı bir tarihçi ve Osmanlıca uzmanı. Şöyle tanıtmışım o zaman Yücel Hoca’yı:
“Yücel Demirel’i (62) bilenler bilir. Hem de ‘iyi’ bilir. Bu toprakların Osmanlıca’ya en hâkim kişilerinin başında gelir. Tarih Vakfı ve bazı üniversitelerde Osmanlıca dersi verir. Resmi tarih onun konusu değildir. Yapı Kredi Yayınları’nda da editör olarak onlarca kitapta imzası vardır, kimini bizzat yayına hazırlamıştır. Yediden yetmişe binlerce öğrencisi vardır.”
Maalesef bu ikisinden başka meyhane yok caddede.

Kalkayım artık. Hesabım 2 bin 120 lira. 35’lik 1000, bira 150, mezeler 150, ciğer-beyin 350, kebaplar 350-400-500 lira. Muharrem Bey ile tanışamadım. Bir dahaki sefere artık.
100 dublelik muhabbeti olan masa arkadaşıma ben altı dubleyle eşlik ettim. Acelem yok, daha 94 kadeh kaldıracağız birlikte.