DAĞHAN IRAK
daghan@daghanirak.com
@daghanirak
Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisini cumhurbaşkanı adayı olarak kabul ettirme çabaları dâhilinde son haftalarda daha önce görülmedik derecede siyaset yapma çabası içine girmesi üzerine, iki hafta önce ‘Hangi Kılıçdaroğlu?‘ başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda tartışılan bazı meseleleri tekrar etmeme adına başlamadan oraya referans vereyim. Yazının tamamını okumanın bu yazıyı anlamada faydası olacaktır ama okumaya üşenenler için özet geçeyim. Kılıçdaroğlu’nun siyaset üretme çabasını olumlu bulmuş, ancak CHP Genel Başkanının bugüne kadar bundan alıkoyan düzen/devlet koruyuculuğunun ağır basıp, aslına rücû edebileceği şerhini düşmüştüm. Aslında ben bu şerhi seçim sonrası için düşmüştüm ama Kılıçdaroğlu sağolsun, daha o yazının yazıldığı gün yapılmış yemekler bozulmadan bildiğini okumaya geri döndü, hem de en diz dövdürücü biçimde…
Biliyorsunuz 12’nci Cumhurbaşkanının zihninde kendisinden ve fanatiklerinden başka kimsenin göremediği bir Kılıçdaroğlu var. 1984’teki Emmanuel Goldstein gibi kurgusallığı gerçekliğinden fazla olan, yüzü olan ancak cismini kimsenin görmediği bir karakter bu. Dış güçlerle işbirliği içinde, terör örgütlerini destekleyen, takipçilerini sokağa çağıran, darbe kovalayan bir karakter… Lâkin gerçekteki Kılıçdaroğlu’yla neredeyse hiçbir yerinden temas etmeyen, gerçek muhalefet yokluğunda AKP tabanını konsolide etmek için korkuluk olarak yaratılmış bir nefret objesi bu. Ne kadar işe yaradığı bilinmez ama herhalde 12. Cumhurbaşkanının başka bir çaresi kalmamış olacak ki bu karaktere ısrarla tutunmaya devam ediyor.
12. Cumhurbaşkanının zihnindeki bu kurgusal Kılıçdaroğlu’nun en önemli özelliklerinden biri, sıklıkla ‘sokak terörü‘ne davetiye çıkarması. Ne Kılıçdaroğlu’nun mizacına ne devletperver itikadına ne de partisinin ortayolcu politikasına uyan, gerçekle alâkası olmayan bir itham bu. Bu ithamı kaç kişi ciddiye alıyor bilinmez ama bir kişide işe yaradığı kesin, o da gerçek Kılıçdaroğlu. Zaten aktif muhalefet yapmaktan ısrarla sakınan, en ufak bir toplumsal dalgalanmada tedirgin olan CHP lideri, Cumhurbaşkanı bu retoriğe her başvurduğunda iyice defansa geçiyor. CHP liderliğinin en sevdiği ortayolculuk savunması olan ‘AKP’nin işine mi yarasın?‘, daha da kesif bir şekilde parti politikasını domine ediyor.
Geçtiğimiz hafta, yine Cumhurbaşkanının, CHP Genel Başkanını, bu tuzağı kullanarak parmağında oynattığı bir haftaydı. Hayalî Kılıçdaroğlu’na yapılan ithamlar gerçek Kılıçdaroğlu’nu öyle bir paniğe sevketti ki, birkaç haftadır özenle planlanmış muhalefet stratejisini bir anda çöpe atıp, kendisine biçilen kukla muhalefet rolüne geri döndü, hem de toplumsal muhalefeti bu uğurda AKP’nin önüne atıvererek…
Kılıçdaroğlu ne dedi, bakalım:
“Sokağa çıkmamızı istiyor ama çıkmayacağız. Bizim kitabımızda sokağa çıkmak diye bir şey yok. Tam tersine. Arkadaşlara ‘taşkınlık yapmayacaksınız, sokaklara çıkmayacaksınız, büyük sabırla sandığı bekleyeceksiniz‘ diyoruz. Sanki biz sokağa çıkın diye talimat vermişiz. Bizim sokağa çıkmamızı istiyor, çıkmayacağız. Zorlayacak, çıkmayacağız.”
Bu cümlelerde demokratik bir ülkede ayıplanacak o kadar çok şey var ki, AKP’nin yirmi yıllık otokrasi serüveninde kendini neden pek tehdit altında hissetmediğini açıklamaya yetiyor.
Tek tek çözümleyelim;
“Sokağa çıkmamızı istiyor ama çıkmayacağız” cümlesi, parti stratejisi kapsamında anlaşılabilir. Sokakta eylemliliği olmayan bir partinin halka derdini nasıl anlatacağı tartışılabilir ama neticede bir siyasi partinin stratejisini belirleme hakkı var. Eğer CHP üyeleri, kendilerine sokakta oynarken ailesi eve çağıran çocuk muamelesi yapılmasına itiraz etmiyorsa, bizi ne ilgilendirir?
Sonraki kısım, yani “Bizim kitabımızda sokağa çıkmak diye bir şey yok. Tam tersine. Arkadaşlara ‘taşkınlık yapmayacaksınız, sokaklara çıkmayacaksınız, büyük sabırla sandığı bekleyeceksiniz’ diyoruz” kısmı aynı derecede müsamaha edilebilir değil. Kılıçdaroğlu’nun ‘sokağa çıkmak‘tan yalnızca ve yalnızca ‘taşkınlık yapma‘yı anladığı anlaşılıyor. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanından ne kadar ayrıştığı tartışılır. Kılıçdaroğlu’nun kitabında yazmayan, ancak bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kitabı olan Anayasa’nın 34. maddesinde yazan ‘sokağa çıkma hakkı‘, yalnızca AKP tarafından değil, ana muhalefet partisi tarafından da kriminalize edilmiş oluyor. Halkın Anayasa’da güvence altına alınmış bir hakkını kullanmasından ana muhalefet liderine ne olduğu bir yana, parti-devlet rejimine, ‘biz sokağa çıkmıyoruz, sen sokağa çıkana istediğin gibi terörist muamelesi yapabilirsin‘ işareti çakılıyor. Bu şekilde, AKP döneminde olduğu kadar, AKP sonrası dönemde de ortaya çıkması muhtemel toplumsal hareketler daha baştan yasadışı ve gayrimeşru ilân edilmiş oluyor. Toplumu, mevcut düzene ve onun oligarşik odaklarına mecbur eden, demokratik açığın kapanmasını engelleyerek, hâkim sınıfları garanti altına alan kurnazca bir hile bu. CHP’yi hem siyaset yapma mecburiyetinden muaf tutuyor, hem de kendisine rakip çıkacak hareketlerin doğuşunu engelliyor.
CHP liderliğinin hakkını arayan insanları AKP rejimine bu şekilde sattığına daha önce de şahit olmuştuk. Mart ayında tutuklanan Boğaziçi öğrencileri Doğu ve Selo’ya karşı başlatılan yarı şeriatçı, yarı faşist saldırıya ilk destek verenlerden biri CHP sözcüsü Faik Öztrak olmuştu. CHP liderliğinin Boğaziçi mezunu üyeleri dahi, öğrencileri mahkeme sürecinde yapayalnız bırakmışlar, Türkiye’nin son dönemdeki en önemli öğrenci hareketlerinden birinde AKP’nin dümen suyuna yedeklenmişlerdi. Aynı şekilde 2017 Anayasa referandumunda YSK’nin aldığı anti-demokratik ve partizan kararları protesto etmek isteyen CHP’liler de Kemal Kılıçdaroğlu tarafından engellenmiş, bu gayrimeşru oylamayla parti-devlet rejiminin Anayasallaşması sağlanmıştı.
Aynı sözleri tahlile devam edersek, Kılıçdaroğlu’nun kriminal bir aktivite olarak gördüğü ‘sokağa çıkma‘nın karşısına ‘sandığa gitme‘yi koyduğunu görüyoruz. Bu, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu dönemden beri en büyük zaaflarından biri olan ‘delegasyon demokrasisi‘ne bir gönderme kuşkusuz. Buna göre, yurttaşın demokrasiye tek katılım hakkı dört yılda bir oy vermekten ibaret. Yurttaş, ülke meselelerinde söz sahibi olma hakkını oy vererek politikacı zümresine delege ediyor ve bundan sonraki seçime kadar etliye sütlüye karışmıyor. Bu tip bir demokrasi biçiminin ‘plebisiter otoriterlik‘e dönüşmesinin ne kadar kolay olduğu âşikar. Zaten Cumhurbaşkanının ‘milli irâde‘ olarak tanımladığı da bu; dört yılda bir oy verilen ve halkın iktidarın hiçbir şeyine bir sonraki seçime kadar karışamadığı yönetim biçimi. Kılıçdaroğlu’nun versiyonuyla, parti-devlet rejimininkinin arasındaki tek (ancak yine de önemli) fark, ikincisinin seçimin kaybedeni olarak gördüğüne dilediğince eziyet edebileceğini düşünmesi… Ezcümle, ikisi de demokrasi değil.
Kılıçdaroğlu’nun demokrasi anlayışı, politikacıları ‘egemen blok‘ içinde halka hesap vermeye en açık, dolayısıyla en kırılgan/vazgeçilebilir sınıf olmaktan çıkarıp, oligarşinin bu en zayıf halkasını kuvvetlendirmeye yarıyor. Bu şekilde politikacılar, hem oligarşiden nemalanma şansı buluyor, hem de müesses nizamın devamı garantilenmiş oluyor. Bu matematiğe Türkiye’nin kuruluşundan beri aşinayız. Tek parti döneminde mebusluğun askeri ve sivil bürokrasinin yanı sıra toprak ağalarına açılmasıyla başlayan konsensus, zaman içinde, özellikle de 12 Eylül sonrasında devlet-sermaye ortaklığına evrilmişti. AKP döneminde, seküler devlet aygıtlarını iğdiş etme adına bu konsensus bozulmuş; parti-devlet rejimi, yeni bir devlet yapılanması, servet transferiyle oluşturulan yeni bir büyük burjuvazi, çoğunlukçuluğun teminatı olan muhafazakar küçük burjuvazi ve sadaka ekonomisine mecbur edilen yoksul halk yığınları üzerine kurulmuştu.
Kılıçdaroğlu’nun söylemi, özellikle seküler orta sınıfta giderek yayılan ‘Eski Türkiye‘ nostaljisini de sömürerek, eski düzeni restore etmek üzerine kurulu görünüyor. Oysa son yirmi yılda yaşadığımız kabusun temel nedeni, devlet-sermaye işbirliğiyle vesayet altında tutulan ve gelişmesine izin verilmeyen demokrasinin kendi kendisini savunacak araçlara sahip olmamasından kaynaklıydı. Türkiye’de ne sivil toplumun ne de özgür düşünmenin gelişmesine izin verilmediği ve yurttaşın olması istenen şey, devlet aygıtları (mesela ordu, Diyanet, adalet, eğitim sistemi) tarafından kesin sınırlarla belirlendiği için, bu aygıtlar yeni rejimin eline geçtiğinde İslamcı-aşırı sağcı otokrasiye geçişin önünde hiçbir engel kalmadı. Eski rejim, kendisini tehditlere ya da tehdit olarak algıladıklarına karşı korumak için çok kuvvetli silahlar icat etmişti, ancak o silahları kaptırdığında tüm toplumu savunmasız bırakmış oldu. Bugün parti-devlet rejiminin toplum dizaynında kullandığı araçların neredeyse tamamının kendisinden önce yaratılmış olması tesadüf değil.
Şimdi Kılıçdaroğlu’nun ‘aman sokağa çıkılmasın‘ siyaseti, post-AKP Türkiye’sinin dayanak noktasının yine devlet-sermaye işbirliği olacağını ve temelini katılımcı demokrasiden almayacağını gösteriyor. Üstelik yeni iktidar, şu ankinin hâlen gerçekleştirmekte olduğu servet transferinden dolayı iktisadı bir çöküntü devralacak ve yönetememe krizini aşabilmek için bugün ‘Beşli Çete‘ olarak andığımız sermaye gruplarına dahi ihtiyaç duyacak. Bu aslında AKP’nin, kendi rejimini kalıcılaştırmak için kurduğu emniyet sübaplarından biri. Ülkeyi AKP’nin kurduğu bazı düzenekler olmadan düzen içinde yönetmenin mümkün olmayacak olması, bizim bu köşeden defaatle ‘AKP gider, AKPlilik kalır‘ diye ifade ettiğimiz şey aslında. Otoriterliğin ana akımlaşması, hatta normlaşması da diyebiliriz buna. AKP döneminde yaratılan yeni oligarşik odakların vesayeti de cabası.
Kılıçdaroğlu ve CHP liderliği, belli ki zaten baştan beri çürük olan, AKP döneminde daha da hasar almış bir binayı restore ederek oturulabilecek hâle getirebileceğini zannediyor. Bu eğer CHP liderliğinin devletperver politikalarının doğal bir ürünüyse gaflet, yok yeni iktidarla diğer oligarşik odaklar arasında şimdiden yapılan anlaşmalara dayanıyorsa, halka karşı işlenmekte olan bir suç. CHP’nin düzen restorasyonculuğuna karşı bir tehdit olarak gördüğü katılımcı demokrasiyi Cumhurbaşkanının yazdığı gerçeküstü senaryolara dayanarak baltalamaya çalışması, ekonomik krizin giderek ağırlaştığı ve ucunun da görülemediği bir dönemde toplumsal travmayı daha da büyütmekten başka hiçbir işe yaramaz. Bu travmanın yakın gelecekte düzen dışı/karşıtı toplumsal hareketlere alan açacağı tahmin edilebilir, ancak buradan hantal ve arkaik Türkiye solunun mu, yoksa son yirmi yılın otoriter zeitgeist’ıyla iyice semiren aşırı sağ yapıların mı güçlenerek çıkacağı sorusuna menfî olmayan cevap bulmak zor. AKP’nin kendi varlığını sürdürmek için ülkeyi sabote etmesinin yanında, CHP’nin düzen içinde kendi yerini korumak için benzer hamlelere başvurmasına karşı da dikkatli olmak gerekiyor. Zira açlık sınırında yaşayan bir halka, “aman sesini çıkarma, seçime kadar sus” demenin travmatik toplumsal sonuçları olmayacağını düşünmek ahmaklık.