FATİH VURAL
fatihvural35@gmail.com
Kargo, 90’lı yılların en popüler rock grubuydu. 1996’da yayınladığı ‘Yarına Ne Kaldı’ albümüyle ses getiren grup, bu başarısını, içinde ‘Şairin Elinde’ gibi kült haline gelecek bir şarkıyı da barındıran ‘Sevmek Zor’ albümüyle perçinledi. 1998’de, Türk rock tarihinin en derin ve en nitelikli albümlerinden ‘Yalnızlık Mevsimi’yle çıkageldi, Kargo. Değeri yeterince anlaşılamayan bu albümle popüler kimliğinden de uzaklaşan grubu zorlu bir sınav bekliyordu: Daha az satış, daha az konser!
Kendi diskografisi içinde ‘en hafif’ albüm sayılabilecek, ‘rock’ın sularından popun sularına doğru yol aldıkları ‘Renklerin İçinde’yi piyasaya sürmelerinden kısa süre sonra basçı ve söz yazarı Mehmet Şenol Şişli gruptan ayrıldı. Bu, grup içindeki anlaşmazlıkların sonucuydu. Bir süre sonra grup da dağıldı. Farklı projelerle eksik gedik bir araya gelseler de aynı tadı veremediler.
Koray Candemir, Selim Öztürk, Mehmet Şenol Şişli, Burak Karataş ve Serkan Çeliköz’ün hayat verdiği Kargo, yıllar sonra gerçek kimliğiyle, asli üyeleriyle yeniden görücüye çıkıyor. Gergedan Müzik’ten Hadi Elazzi’nin girişimiyle hazırlanan ‘Yarına Kalan Şarkılar‘ albümüyle, bugünün popüler sanatçıları, Kargo’ya bir saygı duruşunda bulunuyor. Ancak hayranlarını asıl heyecanlandıran gelişme, Kargo’yu yıllar sonra sahnede yeniden izleyecek olmaları. Şimdilik 10 konserliğine olsa bile!
Kargo’nun bütün üyelerinden bağımsız bir ruha sahip olduğuna dikkat çeken Mehmet Şenol Şişli, “Kargo’nun bize verdiği dersi aldıysak yine güzel işler yaparız!” diyor. Selim Öztürk ise yine de ihtiyatlı davrandıklarının altını çiziyor: “Hepimiz suya ayağımızı koymaktan çekiniyoruz!”

Yeni albüm ve konser için yeniden toplanama… Hayranlarınızı çok sevindiren bu iki projenin teklifi nasıl geldi? Sizi de şaşırttı mı?
Selim Öztürk: Aslında bizi de şaşırttı. Teklif, Gergedan Müzik’ten, Hadi Elazzi’den geldi. Bizi ikna etti çünkü çok doğru bir tezle geldi. “Uzun zamandır yoksunuz. Yeni gençler geliyor. Sizin şarkılarınızı, kendi nesillerinin sanatçılarından dinlesinler. Buradan da Kargo’nun şarkılarına ulaşacaklar” dedi. Biz de ikna olduk. Şarkılar düzenlenip bize ulaştıkça sevmeye başladık. İçimiz ısındı.
Saygı albümündeki şarkılara yapılan düzenlemeler, Kargo’nun kendi ‘sound’una göre hafif. Şarkı sözleriyle gruba derinlik katan Mehmet Şenol Şişli nasıl okuyor çıkan sonucu?
Mehmet Şenol Şişli: Kargo’nun müzikal yelpazesi geniş. Birçok alanda yaptığımız şarkılar var. Bunların arasından başka bir 20 şarkıyı seçseniz, hepsi çok farklı gözükür. Yapacak bir şey yok! Hepsi bizim ürettiğimiz şarkılar. Albümün yönlenmesinde Gergedan Müzik’in büyük payı oldu. Şarkılar da daha ziyade plak şirketi tarafından seçildi. Yine de bizi anlattığını düşünüyorum bu albümün.
Böyle bir dönemde daha sert, daha protest müzik yapılmalıydı!
Albümde yer alan şarkıcılar, çoğunlukla Kargo’nun ‘balad’larını seslendirmiş. Mor ve Ötesi’nin Boğaziçi yorumunu saymazsak tabii… Ortada daha sakin bir hava var.
MŞŞ: Evet, doğru. Ama bir şarkı ‘cover’lamak, yorumlamak kolay bir iş de değil. Şarkılarımızı okuyan arkadaşlar, kendi sevdikleri şarkılardan yola çıktılar. Deneysel, progresif rock tarafına gitmektense pop-rock tarafına gitmek işi daha kolaylaştıran bir durum. Bu seçimleri anlayabiliyorum.
S.Ö: Yeni dönemin, 2010’ların, 2020’lerin müziği zaten daha ‘light’! Bu, doğal bir süreç. O yüzden sana da öyle gelmiş olabilir. Şarkı seçimleri noktasında Mehmet’e katılıyorum. ‘Yalnızlık Mevisimi’ albümümüzde daha progresif, daha derin şarkılar var. Sanırım bu şarkılara girmek istemediler.
MŞŞ: Bu durum, benim pek de anlayamadığım bir şey! Çünkü hem politik hem ekonomik hem de sosyokültürel olarak çok daha zorlu şartlar altındayız. Böyle bir dönemin müziğinin çok daha protest olması beklenirdi. Evet, ‘rap’çiler birtakım şeyler söylüyor; ama onların dışında kalanlar, suya sabuna dokunmak istemiyor. Bu, bende şaşkınlık uyandırıyor. Bu kadar uyumlanma görmek beni kişisel olarak rahatsız ediyor.
O bastırılmışlık, bir korkunun neticesi mi?
MŞŞ: Bildiğimiz şartlarda öyle denilebilir; ama onun dışında da müziğin hangi alanına bakarsak bakalım bu gerçek değişmiyor. Bizim ülkemiz de arabeske doğru bir kayış içinde. Caz müzikte bile!

Kendi personanı yaratmadan sistemle başa çıkamazsın
Bu korku, baskı ve otosansür ortamında ‘Arabic Fahişe’ ya da ‘Bad’lik Amiri’ gibi şarkılarınızın benzerlerinin yapılamayacağını düşünüyorum. Katılır mısınız?
MŞŞ: ‘Arabic Fahişe’ kendi döneminde de yasaklanmıştı! Dr. Haydar Dümen’in bir programına çıkmıştık. Sağ olsun, şarkının içeriğini o kadar iyi anlatmıştı ki! Ama yasaklanmış bir şarkıydı. İnsanlar söyleyeceklerini bir filtreden geçirmeden söyleyemiyor. Böyle bir baskı var. Bu, sanata da yansıyor.
S.Ö: İnsanların düşünme süresi de kısaldı. Herhangi bir şeyi, bizim o dönemde yaptığımız şarkıların üzerine düşündüğümüz gibi düşünmüyorlar. Daha kısa geçiyorlar. Tiktok’ta beş saniyelere kadar indi, izleme süresi. Çok fazla seçenek, imkân var. Bu kadar bombardıman altında insanların bir şeye yoğunlaşmaya imkânı da kalmıyor.
Ancak seçenekler, ‘benzerler’ arasından yapılıyor. Kargo’yu hiç tanımayan bir müzik dinleyicisine ‘Yarına Ne Kaldı’, ‘Sevmek Zor’, ‘Yalnızlık Mevsimi‘ gibi üç albümden herhangi bir şarkı dinlettiğinizde, onun diğerlerinden ‘farklı’ olduğunu anlayıp kendine müzikal bir kaçış noktası, sığınak, alternatif bir alan yaratmaz mı? Farklı olan, tam da burada daha kıymetli değil mi?
S.Ö: Onu fark edecek bir zaman bulabilirse elbette o kıymeti de anlayacaktır.
MŞŞ: Bu aslında sistemin dayattığı ‘kitlesel zihin kontrolü’yle ilgili bir şey. Beğenileri de, düşünmeyi de, araştırmayı da, bir arada yaşamayı da bunun üzerinden ölçebiliriz. Sistem bunu dayattığı ve kategorize ettiği sürece önümüze sınırlı seçim alanları çıkıyor. Sistem, yarattığı ilüzyonla insanın kendi içine dönüp birtakım sorular sormasını da engelliyor. Çocukluktan itibaren size o içsel soruları sordurmadan ne kadar yukarı atabilirse sistem o kadar başarılı! Bizim burada yapmamız gereken, kendi personamızı, kendi kişiliğimizi yaratmak! 90’ların o özgürlüğü de oradaydı aslında. Buna şu genel geçer sanat ortamında rastlayamıyoruz.
Sistemin ideolojik aygıtlarıyla bizi uyuşturduğu bir hapishanenin içinde miyiz?
S.Ö: Bu doğru bir tespit. Büyük bir hızla yapay zekaya doğru geçiliyor. İnsanlık, organik bir yaşamdan inorganik bir yaşama geçiş fazında. Biz bu ara süreci yaşıyoruz. İnsanlık buna alışmaya çalışıyor. Düşünen, okuyan, derinliğin peşinde koşan hâlâ çok insan var; ama onlar yeni jenerasyonda çok sayıda değiller.
MŞŞ: İnsanlar şimdi Orwell, Huxley, Gurdjieff okumuyor mu? Elbette okuyor; ama bunu nasıl dönüştürüyorlar? Burası daha sıkıntılı. Bunları okuyup bir şeylerin bilincinde olan insanlar dönüşüm için çaba sarf etmiyor.
Değişime inançsızlık mı, bireysel anlamda kendinde o değişimin aktörü olma gücünü görememek mi bu kayıtsızlığın sebebi?
MŞŞ: Değişim kendi içimizde başlıyor. İnsan kendisini değiştirmeden hiçbir şeyi değiştiremez. Dönüşüm zor bir konu. Psikiyatride tedaviye başlamanın ilk şartı, hastanın kendisini hasta kabul etmesi. Bunun gibi bir durum. Maskelerimizi indirmediğimiz sürece de birbirimize dokunma ihtimalimiz yok!
S.Ö: Değişim aslında konforlu bir alandan konforsuz diğer alana geçiş. Alışkanlıklarından vazgeçip yeni koşullara uyumlanmak, insana zor gelen bir şey. O konforsuz alana geçişte ciddi bir direnç yaşanıyor.
MŞŞ: Değişim bir yenilginin sonatı! (Gülüşmeler) “Çoğalmak, azalarak olur!”, “Ne kadar yoksan o kadar varsın…” Böyle büyük cümleleri dile getirmek başka bir durum, hâl olarak yaşayıp hayata ve sanata aktarmak ayrı bir durum. Sanatçı yaşadığı halleri anlatabilir. Sanat çevresinde, yaşanmayan ve hâle geçirilememiş durumları da anlatma isteği var.
Bizim savaşımız kendi içimizdeydi

Yapay zekanın yükselişiyle içinde yer aldığımız mağaranın neresinde olduğumuzu bilemediğimiz, dönüşümün, değişimin tam anlamıyla da kestirilemediği bir ara dönemden bahsettik. Yapay zeka aracılığıyla Zeki Müren’e, Barış Manço’ya, Müslüm Gürses’e yeni şarkılar okutabiliyorsunuz. Boudrillard’ın ‘simulasyon’ kuramındaki gibi aslında gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan ve türetilmiş olanın yani simülakrın, bir taklit olmanın ötesine geçip asıl olanın, gerçeğin yerini aldığı bir dönem… Yalnızlık Mevsimi albümünü tam da böyle bir dönemde, bugün yapsaydınız anlaşılabilir miydi?
S.Ö: Biz hislerimizi müziğe dökerek ilerledik hep. ‘Oda’da kalmak istedik. Zamanımızın ötesinde ya da gerisinde olduğumuzu hiç düşünmedik. Ama dönem ne olursa olsun, kendi içinde bir blokaj yapmadan onu olduğu gibi aktarmak en doğrusu.
MŞŞ: Biz o yıllarda hiç de böyle bir şey hissetmiyorduk. Ne istiyorsak onu yapıyorduk. Bunun için kendi aramızda da bir savaş veriyorduk.
Kendi aranızda nasıl bir savaş veriyordunuz?
MŞŞ: “Neden böyle bir şey yazdın?”, “Neden burada böyle bir şey çalıyorsun?”, “Bu anlatım doğru mu?..” Ekip kendi içindeki savaşı bitirdikten sonra o savaşı dışarıya karşı verebilir. Baudrillard’dan bahsettin… Sessiz Yığınların Gölgesinde kitabında anlattığı gibi bir durumdayız. Beat jenerasyonunda da aynı şekilde, tamamen imaj kopyalarından oluşan bir illüzyonun içine atıldığımızı William S. Burroughs baştan söylemişti. İllüzyonun yırtıldığı, çatlakların oluştuğu ve içeriye sızmaların yaşandığı zamanlar oluyor. Tarihte de görüyoruz bunu. Ama ‘büyük ajanda’, o çatlaktan ışık girmesin diye çok daha sert daha davranıyor.
Paketi değiştirirsek bugün de kabul görürüz
O ‘büyük ajanda’, Kargo’ya bugün “Sen miadını doldurdun!” der mi?
MŞŞ: O çatlaktan, o yırtıktan ancak yumuşak bir hamleyle sızılabilir, sert bir hamleyle değil! Sert bir hamleyle her zaman oradan geri sekersiniz! Biz o durumun içinde çok ufak kalıyoruz. Konu, Kargo değil. Bu, hepimize düşen bir görev. Hepimiz gerçekliğe dokunmak istiyoruz. Hepimizin içinde olan bir istek bu.
S.Ö: Sistem bir çağdaşlık istiyor sizden. O çağa uyum sağlamanızı istiyor. Evet, Yalnızlık Mevsimi gibi bir albümün bugün de büyük kabul göreceğini düşünüyorum ben. Ama onu nasıl sunduğunuz önemli! Bugün dünyada hep aynı şeyler sunuluyor. Sadece paketler değişiyor. Çağa uyum sağlayan paketler! O paketle sunarsanız kabul görmeniz de kolaylaşıyor. Bugün de Kargo olarak bunu yapabileceğimize inanıyorum.
“Gök kubbe altında söylenmemiş söz yok” derler. Siz, daha önce söylense bile söylenmesi çok zor olan şeyleri, 20’li yaşlarınızda söylediniz. Kendi içindeki zıtlıklara rağmen bir bütünlük sağlamayı başarmış, diyalektik tarafı güçlü bir gruptunuz. Yakışıklı, genç kızların sevgilisi, güçlü bir vokal… Derin, felsefi şarkı sözleri yazan, şair bir bas gitarist. Şarkılara o sözlerin gerektirdiği cesur ve sert müzikler, düzenlemeler yapan bir elektro gitarist… Birbiriyle yan yana gelemeyecek insanlar, Kargo’da bir araya gelmiş ama kendi harmonisini, bütünlüğünü de yaratmıştı. Bunun sihri neydi?
S.Ö: Bu çok güzel bir soru. 30 yıldır bu sorunun cevabını arıyoruz. Ben hâlâ bulamadım!
MŞŞ: Ben bunun sebebini tek bir şeye bağlamam! Bu kimyanın içinde birçok element var. Zaten zorluğu da orada. Kargo’yu bizden bağımsız bir canlı gibi görüyorum. Topluluk bir ruhtur! Onun kendine ait bir ruhu var. Kargo hepimize çok güzel şeyler yaşattı ve çok büyük dersler verdi. Eğer bunları doğru okuyabildiysek, o dönüşümü sağlayıp şimdi de benzer güzel işler yapabiliriz. Çünkü elementler hâlâ aynı.
Geçmişe bakmayı bıraktık
“Çıkarılacak dersler” deyince akla yaşadığınız çatışmalar geliyor… MŞŞ gruptan ayrıldıktan sonra Serkan Çeliköz, “Ben, Mehmet’in yazdığı sözleri zaten anlamıyordum” demişti mesela. Yıllar sonra bu anlaşılmazlık sorunu aşılabilecek mi?
S.Ö: Yeniden konserler vereceğiz ekip olarak. Sonsuz sayıda değil, nitelikli 10 konser vermeyi planlıyoruz. Aramızda geçmişle ilgili bir sorun kalmadı. Kaldıysa da artık kimse geçmişe bakmak istemiyor. Geçmişin bize vereceği bir şey kalmadı; ama geleceğin vereceği şeyler var! Söz kısmında her zaman dikkatli davranılması düşüncesindeyim. Bir şarkının sözlerini gruptaki herkesin anlaması gerekiyor mu, bence çok da gerekmiyor… Ama bir söz yazarının da bundan rahatsız olmasını anlayabiliyorum.
MŞŞ: Ben çok net, duru bir Türkçe ile yazdığımı düşünüyorum o sözleri! (Gülüyor) Anlaşılmayacak bir şey olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Sadece şarkı sözlerinde değil, deneme kitaplarımda da, şiirlerimde de aynı sözleri kullanmaya devam ediyorum. Hangi dönemde yazarsam yazayım, duru, net ve samimi olmaya çalışıyorum.
Önce konserlerle yıkanıp temizlenelim yeni albümü sonra düşünürüz
Yaptığınız albümlerin her biri Kargo’nun aynası. Yıllar sonra o aynaların üzerindeki tozlara üfleyip kendinize yeniden bakacaksınız. Ama geçen yıllarla birlikte suretleriniz de değişti. Artık 20’li değil; 40’lı, 50’li yaşlardasınız…
MŞŞ: Burası önemli bir konu! Çünkü aslında biz de birbirimizin ne olduğunu ne olmadığını bu süreçte göreceğiz! Sürecin ilginç taraflarından biri de bu. Konserler için provalar başlamak üzere. En eğlenceli yanı da bence bu: Hem tekrar bir araya gelmemiz hem de yeniden çalıp hemdem olmak. Birbirimizi hatta kendimizi yeniden tanımamız, bu süreçte olacak. Konserler şu anda çok daha önemli. Hemen yeni bir albüme giremez miyiz? Tabii ki gireriz; ama orası çok daha cızırtılı olur. O yüzden konser enerjisi iyi gelir. Önce ruhsal olarak bir yıkanmış, temizlenmiş oluruz! Belki de ondan sonra kendi aramızda konuşmak daha doğru olur.
S.Ö: Az önce bir ‘oda’ benzetmesi yaptım ya, işte o odaya girince hiçbir sorun çıkmıyor! Problem, odadan çıktıktan sonra başlıyor. Odada kalmakta fayda var!
MFÖ yeniden bir araya gelmemizi çok istiyordu
Yeniden bir araya gelmeyi Hadi Elazzi’den önce kendiniz düşünmediniz mi?
MŞŞ: Düşünmez olur muyuz! Hepimiz görüşüyorduk. Hatta “Bir araya gelir miyiz, nasıl olur?” diye de düşündük; ama insanların hâlâ kendileriyle ilgili yapmak istedikleri şeyler vardı. Birbirimizle ilgili hoşumuza gitmeyen durumlar da vardı. Bunları da yansıttık birbirimize.
S.Ö: Bunu ilk kez anlatıyorum… Bundan yıllar evvel bir MFÖ konserine gitmiştim. Konser bittikten sonra kulise gittim. Özkan abi (Uğur) beni görünce “Ah ne güzel gruptunuz siz! Hayranlıkla dinliyordum Kargo’yu” demişti. Ondan sonra Fuat abi (Güner), “Hepinizle tek tek konuşup sizi birleştireceğim” dedi. Mazhar abi (Alanson) orada enteresan bir şey söyledi. “Oğlum, sizin bir araya gelmeniz için güzel bir proje lazım” dedi. Gerçekten de öyle oldu.
MŞŞ: Ben, Mazhar Abi’nin dediğine katılmıyorum! Burası bir grup ve biz baştan beri bir proje grubu olmadık!
Hayatın, karşısına çıkardıkları üzerinden yol alan bir gruptunuz, öyle değil mi? ‘Yalnızlık Mevsimi’ gibi kült bir albümün, bir turne yolculuğunda yaşanan trafik kazası sonrası, hayat ve ölüm üzerine daha fazla kafa yormanızın, altı ay stüdyoya kapanmanızın sonucu olduğunu düşünürsek…
MŞŞ: O trafik kazası bir şehir efsanesine dönüştü! (Gülüyor) Biz aslında, ‘Yarına Ne Kaldı’ albümünden beri kendimize bir stüdyo yapma fikrindeydik. Kendi stüdyomuzu yapalım, bütün müzik aletlerimizi oraya yerleştirelim, herkesin istediği zaman girip çıkabileceği bir yer olsun istiyorduk. Yaşadıkları zorluklar, insana karar alma aşamasında bir kolaylık sağlar. O trafik kazası sonrası “Şimdi yapalım bu işi” demiş olabiliriz. Bizim stüdyomuz değildi; ama altı ay boyunca Kadıköy’de kiraladığımız bir stüdyoya kapandık. Hatta Athena’nın ilk albümünde de Selim’le birlikte yardımcı prodüktördük. Orada dört, beş şarkının sözlerini de birlikte yazdık Gökhan’la. Onların albümü de o dönemin meyvelerinden bir tanesidir. Hatta Vega grubu da serüvenine yeni başlıyordu, onlarla da bir çalışma yapmıştık. O stüdyo bir toplanma yeriydi. Düşüncelerin, bir ruhun oluştuğu yerdi. Ne kadar çok düşünce olursa o paylaşım da o kadar büyük bir enerji doğuruyor. Ama Yalnızlık Mevsimi’ni sadece o trafik kazasına bağlayamayız. Ondan önce biz ne kazalar geçirdik! (Gülüyor) Kimsenin haberi yok ama! Mecaz olarak söylüyorum tabi…

Popülerlik ile derinlik arasında gidip geldik!
-90’ların popüler olan ilk rock grubusunuz. 1996’da yaptığınız ‘Yarına Ne Kaldı’ albümü, ‘Yüzleşme’ şarkısıyla birlikte patladı ve çok popüler oldunuz. Sonrasında popülerlikten uzaklaşıp kendi gerçeğini arayan ve bunun için müzik yapan bir grup olmaya yönelmeniz, prodüktörünüzü ya da çevrenizdekileri endişelendirmedi mi?
S.Ö: Aslına bakarsan o paradoksu kendi içimizde de yaşadık. Grubun bir yanda Koray’ın yakışıklılığı üzerinden gelişen bir fan kitlesi, bir yandan da müzik ve sözlerle gelişen bir fan kitlesi oldu. Biz, ikincisinin daha çok oturmasını istedik. Koray da diğer durumdan çok rahatsız oluyordu. Hepimiz, “Sabun köpüğü bir grup değiliz. Müziğiyle, derinliğiyle kendini anlatmak isteyen bir grubuz” çabası içinde olduk. Bir yanda popülerlik bir yanda da bir derinlik vardı. O ikisi arasında gelip gittik. O yüzden albümler de farklıydı. Bazı albümlerimiz ‘light’ bazıları daha derin oldu. O dönemde dengeyi bulmak da bir süreçti. Ancak her şey çok hızlı ilerliyordu.
-Her yıl bir albüm yapıyordunuz…
S.Ö: Yapmak zorundaydık! Her sene albüm yapmak, grubun demlenmesi için size yeterli zamanı vermiyor. Yurtdışındaki bir grup, albümünü çıkarır, bir-iki sene dünya turnesi yapar sonra bir-iki sene dinlenir ve öbür albümünü çıkarır… Bizde öyle değildi. Dışarıdan gelen de bir albüm baskısı vardı. Çok zor bir süreçti.
‘Yalnızlık Mevsimi’nden sonra kabak benim başıma patladı!
Grup derinleştikçe, içsel bir değer kazandıkça, ‘piyasa’ anlamında değersizleşti mi?
S.Ö: Değersizleşmediğini bugün anlıyoruz. Aslına bakarsan çok daha fazla değerlenmiş! ‘Yalnızlık Mevsimi’ çıktığında, Koray’ın yakışıklılığı üzerinden yürüyen birinci grup kitle, albümü tam algılayamadı. ‘Sen Her Zaman’ı bir yana bırakıp ‘Arabic Fahişe’ ile çıkan bir müzik grubu vardı artık. Sonradan şunu gördük ki o birinci fan grubu için de zamana ihtiyaç varmış. Sonra onlar da bağlandılar. Fanları onu anlayana kadar yara alıyor grup; ama o yaralanmayı göze alabilirse kazancı da fazlalaşıyor. Biz bunu planlamadık; ama her şey öyle gelişti.
MŞŞ: Raks’la anlaşma yaptığımız zaman sadece CD basmak istiyorlardı. Kaset basmayı istemiyorlardı. O zaman en çok Pentagram’ın albümü satmıştı, o da 18 bindi. Raks, “Kaset satamıyorsunuz” diye düşünüyordu. Biz de “Ne alakası var! Kaset basarsanız daha çok kitleye ulaşırız” dedik. Son Defa’dan sonra o geri dönüş sağlanınca plak şirketi de grubu birçok açıdan işleyebileceğini gördü. Bu iş biraz da Raks’ın ona uyanmasıyla oldu. İkinci albümümüz Sevmek Zor’da, daha çok kişileri öne çıkartarak bir tanıtım yaptılar. Bir rock grubu ilk defa bu kadar popüler olmuştu, 80 darbesinden sonra. Bu bir zorluk doğurdu; ama müzik anlayışımıza, Selim’in tabiriyle ‘oda’ya sirayet etmedi. Çünkü müzikle kendimizi istediğimiz şekilde ifade ediyorduk. Yalnızlık Mevsimi’nden sonra kabak benim başıma patladı! “İşler ne güzel gidiyordu, bu kadar konser veriyorduk. Şimdi turneye çıkamıyoruz, konser veremiyoruz” denilmeye başlandı.
‘Değersizleştirilmek’ten kastım tam da buydu!..
MŞŞ: Değersizleştirme konusu, söylemden ileri gelen bir şey. Biz onun çok değerli olduğunu biliriz; ama onu işleme durumuna göre bir değersizlik atfederiz. Aslında o taşın değerli olduğunu biliyoruz.
-Ya piyasada o taşın bir karşılığı yoksa?
MŞŞ: Bir plak şirketi için değer şöyle anlaşılır: “Satış ne kadar düştü, konser ne kadar azaldı?” Önünüze bunu koyarlar. Bizim de önümüze bunu koydular. Biz mutluyduk ama! Yaptığımız şeyin ne olduğunu biliyorduk ve nasıl bir etki yaratacağının farkındaydık. Yalnızlık Mevsimi albümünün bir mihenk taşı olduğunu söylüyorduk birbirimize. Oraya onu dikmiştik.
Akustik bir müzik yapabileceğimizi de göstermek istemiştik
-Gerçekten de bir abide oldu…
MŞŞ: Nitekim öyle oldu. Ben askerdeyken, ‘Sen Bir Meleksin’ albümünü kaydettik. Şarkıları, düzenlemeleri yaptık; albümün bütün ‘demo’larını kaydettik fakat başka baskılar olduğu için Rıza Erekli prodüktör olarak bizi daha ‘light’, daha akustik bir yere çekmek istedi. Aslında Rıza Erekli de görüyordu değersizleştirmenin nereden geldiğini. “Konser yok, satış yok! Bu ivmeyi tekrar yakalamanız lazım. Böyle bir geçiş yapalım” dedi. Oldu da. Renklerin İçinde, çok yüreklere dokunan bir şarkı oldu.
‘Yalnızlık Mevsimi’nden sonra çıkagelen ‘Sen Bir Meleksin’, rock’ın sularından popun sularına doğru yelken açtığınız, sözlerdeki derinliğin etkisini kaybetmeye yüz tuttuğu bir albümdü. Rıza Erekli’nin tavsiyeleri dışında, yaşadığınız kişisel olayların da bu yumuşamada bir etkisi oldu mu?
MŞŞ: Biz grup olarak Bülent Ortaçgil, Erkan Oğur, Cem Aksel, Gürol Ağırbaş’ın da sahne aldığı Arnavutköy’deki Eylül Bar’da çalıyorduk. Onları dinledikten sonra kendi aramızda “Biz burada, küçük sahnede, izleyiciye daha yakın olarak akustik çalmalıyız” dedik. Bunun bize çok şey öğreteceğini düşünüyorduk. Bir sene de Eylül Bar’da çaldık. ‘Sen Bir Meleksin’ albümünün yapıtaşları da orada gizlidir. Nasıl ki deneysel, progresif rock, pop-rock yaptıysak; folk-rock da yapabildiğimizi, akustik bir yanımızın olabileceğini gösterdik. Mesela şimdi farklı bölümlerden oluşan iki buçuk saatlik bir konser verebiliriz ve o konserin yarısında içeri giren bir izleyici bizi bambaşka bir grup olarak düşünebilir.
Ayağımızı suya sokmaktan çekiniyoruz
Kargo’nun özgül ağırlığı hepinizin bireysel özgül ağırlığının toplamından da fazlaydı. Grup dağıldıktan sonra bu çok net anlaşıldı. Solo projelerde hiçbir üyesi, Kargo’nun başarısına ulaşamadı. Gruptan bir kişi eksilse bile Kargo asli kimliğini kaybediyor. 10 konserin ardından bu gerçeğin farkındalığıyla yepyeni bir albüm yapmayı düşünür müsünüz?
S.Ö: Şimdilik bebek adımlarıyla gitmeye karar verdik. Çünkü aradan o kadar zaman geçti ki! Şu anda sadece önümüzdeki 10 konsere odaklanmak istiyoruz. Bence grupta hiç kimse ondan sonrası için bir plan yapmak istemiyor. Çünkü herkesin yeniden alışmaya ihtiyacı var. Yeni şarkılar yapabilir miyiz ya da yapmak ister miyiz? Bu konuyu kimse açmak istemiyor.
MŞŞ: Biraz da düşünmemeye ihtiyacımız var! Yarına Kalan Şarkılar adında bizi onurlandıran bir albüm ortaya çıktı, konuklarla birlikte bahar geldiğinde konserler vermek güzel bir enerji olur.
Beşiniz o masaya yıllar sonra yeniden oturduğunda “Acaba?” diye tereddüt edenleriniz oldu mu?
S.Ö.: Konuşma balonunda olmamıştır; ama düşünce balonlarında olmuş olabilir! (Gülüyor)

Konserler ve şehirler belli mi?
S.Ö.: Gelecek hafta açıklayacağız ama 10 konserde üç büyük şehir kesin olacak. ‘Tribute’ albümü gündeme geldiğinde Hadi’ye, “Her şeyi sen ve Gergedan ekibi planlayın. Bizi hiçbir şeye karıştırmayın” dedik. Suya ayağını sokmaya herkes çekiniyor, soğuk mu sıcak mı diye!
Konserlerin canlı kayıtları albüme dönebilir mi?
MŞŞ: Bu aslında düşündüğümüz ve içimizden geçen bir şey. Kargo’nun suları serindir, adamı diri kılar! (Gülüyor)