İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu baro davasında yaptığı savunmada “Güncel olarak 67 bin avukatı bağrında barındıran bir kurumun temsilcisi olarak şahsım ve terör arasında bağlantı kurmak, kişiliğime yöneltilen en büyük hakarettir” dedi.

İstanbul Barosu başkanı ve yönetim kurulu hakkında ‘terör örgütü propagandası yapmak’ ve ‘halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak’ suçlamasıyla 22 Aralık 2024’te soruşturma başlatılmıştı.
İstanbul başsavcılığınca başlatılan soruşturmanın gerekçesi Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in Suriye’de SİHA saldırısı sonucu öldürülmesiyle ilgili açıklamaydı.
Başsavcılık soruşturmaya ilişkin şu açıklamayı yapmıştı:
“PKK terör örgütü mensupları Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’i övücü nitelikteki sözler ile ayrıca sözde gazetecilik faaliyetleri ve gazeteci kimlikleri nedeniyle öldürüldükleri, devletimizin sözde savaş suçu işlediği şeklinde yanıltıcı bilginin yayılması şeklindeki tespitler nedeniyle İstanbul baro başkanı ve yönetim kurulu üyeleri hakkında cumhuriyet başsavcılığımızca ‘terör örgütü propagandası yapmak ve halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak’ suçlarından resen soruşturma başlatılmıştır.”
İstanbul 26’ıncı Ağır Ceza Mahkemesi’nce Silivri’deki Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nun karşısındaki salonda yapılan duruşmaya, başka suçtan tutuklu sanık Fırat Epözdemir ve İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu’nun da aralarında bulunduğu dokuz tutuksuz sanık katıldı.
Davada Kaboğlu ve 10 baro yönetim kurulu üyesi için ‘basın yoluyla terör örgütü propagandası yapmak’ ve ‘basın yoluyla halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçlarından 12’şer yıla kadar hapis cezası isteniyor.
İbrahim Kaboğlu’nun savunmasından öne çıkanlar şunlar:
*İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğü’nün 22.12.2024 tarihli tahkikat evrakında da İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında şüpheli sıfatı kullanılarak soruşturma başlatıldığı belirtilmektedir.
*Henüz soruşturma izninin verilmediği bir aşamada İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri hakkında ‘şüpheli’ sıfatının kullanılması açıkça kanuna aykırı olup masumiyet karinesinin daha inceleme aşamasında ihlal edildiğini göstermektedir.
*İstanbul Barosu’na karşı ‘resen soruşturma’ başlattığını kamuoyuna 22.12.2024’te duyurduğu halde, Başsavcılık tebligatına göre, Adalet Bakanlığı’ndan 25/12/24 tarihinde ‘inceleme fezlekesiyle’ soruşturma izin talebinde bulunulmuştur. Dosya bilgisine göre Adalet Bakanlığı, aynı günlü ve gerekçe içermeyen yazıyla soruşturma izni vermekle aslında savcılık işlemine sonradan onay vermiş oldu.
*Oysa, Avukatlık Kanunu madde 58 açık: Soruşturma, Adalet Bakanlığının vereceği izin üzerine yapılır. Baro’ya yönelik soruşturma, ancak Adalet Bakanlığı izni üzerine yapılabileceği halde ‘resen soruşturma’ başlatan ve bunu kamuoyuna açıklayan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı işlemini sonradan ve gerekçesiz olarak onaylayan Adalet Bakanlığı işlemi de yasaya aykırıdır. Avukatlık Kanunu’na ve Anayasa’ya açıkça ve çok yönlü aykırılıklar nedeniye sakat ve hukuken yok hükmündedir.
*Baro metninde, terör propagandası ve dezenformasyonla ilişkilendirilebilecek herhangi bir sözcük veya deyim bulunmamaktadır.
*Kolluk, üç günlük çalışma sonucu elde ettiği bilgiyi baronun bilmesi gerektiğini varsayıyor.
*Kovuşturma izni ile aynı tarihi taşıyan davanameyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyelerinin görevden alınmasını talep etmiştir. Adalet Bakanlığından izin alınmadığı için yetkisiz hazırlanan davanameyle başlatılan yargılama süreci de, adil yargılama gereklerine uyulmadan yürütülmüş, Baro başkanı savunması dışında Yönetim Kurulu üyelerinin savunmaları alınmadan telaş ve panikle sonuçlandırılmıştır.
*Bilerek ve isteyerek ihlal edilen ve edilmekte olan hakların başında, insan haklarının sert çekirdeği olan ‘suçsuz sayılma hakkı’ gelmekte olup, adil yargılanma hakkının gereklerini daha baştan zedelemiş bulunuyor.
*İstanbul başsavcılığı görev ve yetkisini, İstanbul Barosu mensuplarını hedef haline getirmekle, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ve korumakla yükümlü bir kurumun yöneticilerinin yaşam hakkını tehdit etme eşiğinde kötüye kullanmıştır.
*Propaganda suçu bakımından ‘propagandanın’ şartlarının oluşmadığı açıktır. TCK madde 7/2’nin kanunilik kriterini taşımadığına ilişkin zaten AİHM kararları dikkate alındığında, soruna saf ‘hukuk’ perspektifinden baktığımızda eğer baro açıklaması ve iddia konusu suç tipi açısından eğer bir bağlantı mevcut olsa idi, TMK md.7/2’nin Anayasa’ya aykırılığını öne sürmek gerekecekti.
*İstanbul Barosu tarafından yapılan sosyal medya paylaşımında, ölen kişiler hakkında olumlu veya olumsuz herhangi bir ifadeye yer verilmemiştir. Ölen kişilere dair tek ibare, ulusal basında yer alan haberlere dayalı olarak ‘gazetecilik yaparken yaşamını yitirdikleri’ kullanılan tek sıfat da gazeteci olduklarıdır.
*Savcılığın ‘övücü nitelikteki sözler’ olarak nitelendirdiği ifadelerin ne olduğunu anlayabilmek olanaksızdır. Terörü veya herhangi bir terör örgütünü öven hiçbir ifade bulunmadığı gibi bir hukuk kurumu olan İstanbul Barosu’nun herhangi bir açıklamasında şiddeti yücelten bir ifade veya bir suç unsuru bulunması da mümkün değildir.
*Avukatlık Kanunu 76’ncı maddesinden kaynaklanan görev ve sorumluluk gereği İstanbul Barosu olarak yaşam hakkını, ifade özgürlüğünü, toplumun haber alma hakkını, savunma görevini yerine getirmiş ve buna ilişkin insan hakları ilkelerini hatırlatmış olmak, savcılık veya bir başka makamın asılsız suçlamalarının konusu olamaz.
*Soruşturmaya konu edilen açıklama metninde zikrolunan uluslararası mevzuat, çatışma yaşanan bölgelerde sivillerin yaşam hakkının korunmasına ilişkin temel insan hakları belgeleridir. Hukuksal bir değer olarak herkesin yaşam hakkının savunulması, baroların ve avukatların asli görevlerindendir.
*Savcılık makamının suçlamaya gerekçe yaptığı açıklama, suç oluşturmak bir yana, bilakis baroların asli yükümlülüklerinden olan insan haklarını savunma sorumluluğuna uygun şekilde Anayasa Md. 17 ile güvence altında alınmış yaşam hakkına, Anayasa Md.26 ve Md. 28. ifade hürriyeti ve basın hürriyetine, Anayasa m.34 Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğüne vurgu yapmak suretiyle anayasal düzeni koruma yükümlülüğünün bir parçasıdır.
*İstanbul Barosu gibi kamu yararı gözeten ve yargı erkinin temel ögesi savunmayı temsil eden bir hukuk kurumunun ifade hürriyetine bu türden bir müdahale, sıradan yurttaşlar nezdinde de düşünce özgürlüğünün kullanımına yönelik derin bir endişeye yol açacak niteliktedir.
*Fezleke, bir hukuki mütalaa değil, baştan sona niyet okuma ile dolu metindir. Başsavcılık açıklamasında, ‘terör örgütü’ ‘övücü’ ‘sözde’ ve ‘alenen yaymak’ sözcükleri öne çıkmakta. Ne var ki, İstanbul Barosu açıklamasında bu kavramların hiçbiri yer almamakta olduğundan, hangi sözcüklerin suç oluşturduğu anlaşılamamıştır.
*Niyet okuma, varsayım, önyargı, kin-nefret duyguları ve hukuk yerine keyfiliğin hakim olduğu karar süreci ile adalet (jurisdictio) ortaya çıkmaz.
*Adalet Bakanlığına üç gün sonra yazılan yazıdaysa, inceleme konusu başlığı, İstanbul Barosu açıklaması bağlamı dışında yer alan ve tümüyle terör örgütlerine özgülenen bir sayfayı aşkın bir metinden ibaret olup, delilden hareketle suçlamak yerine, iki kolluk görevlisinin kullandığı ifadeleri kopyalayarak kişi veya kurumlardan hareketle delil üretme gayretkeşliğidir.
*Dosyada hukuken kayda değer delil mevcut olmayıp, ‘polis memuru’ tutanağı üzerine dizili birbirinin tekrarı niyet okumaya dayalı kavramsal algı yöntemiyle suç yaratma gayretkeşliği vardır.
*Türkiye’de birçok ilke imzasını atmış kişi olarak İbrahim Kaboğlu ve terör arasında bağlantı iması dahi, haysiyeti rencide edici bir muameledir. 1974 İçişleri Bakanlığında başladığım meslek yaşamımda yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte Yürütme+Yasama+Yargı üçlüsünde birçok görevi yerine getirmiş ve onbinlerce hukukçunun yetişmesine katkıda bulunmuş, güncel olarak 67 bin avukatı bağrında barındıran bir kurumun temsilcisi olarak şahsım ve terör arasında bağlantı kurmak, kişiliğime yöneltilen en büyük hakarettir.
*2001-2004 yılları arasında BM İnsan Hakları Eğitimi Onyılı Ulusal Komitesi’nin (İHEOYUK) hakim ve savcıların insan hakları eğitiminden sorumlu üyesi olarak uyguladığımız insan hakları formasyon programlarından İstanbul Barosu’ndaki ruhsat törenlerine dek, kullandığım hukuk dili, yargı topluluğu tarafından çok iyi bilinmektedir. Öyle ki, staj törenlerinde ‘adil yargılanma hakkı‘ gereklerine değinirken, savunma mesleğine adım atmakta olan genç meslektaşlara, silahların eşitliği ilkesi yerine, hukuki araçların eşitliği kavramını kullanmalarını önermekteyim.
*Kaldı ki, Baro’nun, etkili bir araştırma yapmak suretiyle bu kişilerin ‘terörist’ olup olmadıklarına dair doğru bilgiyi temin etme görevi bulunmadığı gibi, -ancak- bir an için bulunduğu bile düşünülse bile, kimsenin ulaşamadığı bir bilginin baro tarafından, doğru olmadığının araştırılarak bulunması mümkün de değil. Konu uzmanı kolluk bile üç günlük çalışma sonucu bula bula üç kayıt bulabiliyor. Oysa bu kişilerin basın mensubu olduklarına dair bilgi, yaygın ve kolaylıkla erişilebilir durumda.
*Üstelik, TCK m.217/A’da öngörülen suçun oluşumu için somut olayda ‘gerçeğe aykırı olduğu bilinen bilgi’ bulunması gerekiyor. Halbuki böyle bir ‘bilme’ hali de yok. Üstelik, araştırdığında dahi bilinemeyecek, -en fazla varsa varsa kişilerin sosyal medya hesaplarını, yayın yaptıkları kanalları vs. inceleyip ‘şüphe’ duyulacak bir bilgi söz konusu. Nitekim, suçlulukları henüz sabit olmadığı için adli merciler nezdinde dahi –kuvvetli bile olsa- hala ‘şüphe’ düzeyinde kalmış bir bilgi bu.
*Savcılıkça yöneltilen suçlamada İstanbul Barosu tarafından devletin savaş suçu işlediği yönünde yanıltıcı bir bilginin yayıldığı iddia edilmektedir; ancak Baro’nun açıklama metninin hiçbir yerinde devleti işaret eden bir ifade yer almadığı gibi ölen kişilerin ölümüne ilişkin olarak herhangi bir yoruma veya ifadeye yer verilmemiştir. Dolayısıyla soruşturma konusu metnin hiçbir yerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne, devlet görevlilerine, kişi ve kurumlara yönelik bir ifade olmadığı gibi olması da mümkün değildir.
*Baroyu itibarsızlaştırmayı ve etkisiz kılmayı amaçlayan bu dava süreci, adil yargılanma hakkına, haliyle bütün yurttaşların hak ve özgürlüklerine zarar vermiş bulunmaktadır. Bu bakımdan yargı kararı yaşamsaldır.
*Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ihtiyacı ve ‘hukuk yoluyla demokrasi’ dir. İstanbul Barosu’nun çabası da, dün olduğu gibi bugün ve yarın da, hukuku etkili kılmak ereği üzerinde yoğunlaştı, yoğunlaşmakta ve yoğunlaşacak.
*İç ve dış bağımsızlık güvencelerine sahip bulunan sayın yargıçların, yasa-uluslararası sözleşmeler- Anayasa ve hukuk normları çerçevesinde özgür vicdani kanaatleriyle, 22. 12.2024 tarihinden bu yana İstanbul Barosu’na operasyonlara son verecekleri inancıyla saygılarımı sunarım.