BAHADIR KAYNAK
bahadir.kaynak@altinbas.edu.tr
Üst üste gelen iki yıldönümünün düşündürdükleri bu yazıya ilham kaynağı oldu. Lozan’la ilgili tartışmaların, içerideki siyasi mücadelenin bir parçası olması sebebiyle daha fazla gündemde olduğu malum. Bir de hemen bir gün öncesinde, bir çeyrek yüzyıl kutlanan Türkiye’nin ilk milli bayramı var ki bu birçok kişinin dikkatinden kaçıyor. Oysa 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı yakın tarihimizin en önemli adımlarından birisiydi ve memleketimizin ilk milli bayramıydı. Erzurum Kongresi’nin toplandığı tarih bile 23 Temmuz’a denk getirildi ki herhalde bununla geçmişteki bu kutlu olay hem sahipleniliyor hem de bir devamlılık mesajı veriliyordu. Cumhuriyet ilan olunduktan sonra da 1935’e kadar kutlanan bayram İkinci Meşrutiyet’in ideallerinin, geçici bir süre için olsa da yeni devlete de taşındığını göstermekteydi. İttihatçılıkla bağlar koparıldıktan sonra bile Atatürk’ün ve kurucu kadroların bayramın bir süre daha kutlanmasına müsaade etmesi dikkat çekicidir.
II. Meşrutiyet’in ilanı daha çok Türkiye’nin iç siyasi yapısı ve kurumlarıyla ilgili görülse de bu kırılmayı, dış politikada yaşanan güçlükler tetiklemişti. 19’uncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren iyice ağırlaşan ekonomik ve politik krizin imparatorluğu dağılmanın eşiğine getirmesi, Makedonya ordusunun ayaklanmasına ve anayasal monarşiye geçişe yol açmıştı. Böylelikle İmparatorluğu oluşturan farklı toplulukların kendi ulus devletlerini kurma hevesinden vazgeçeceği, çokuluslu Osmanlı Devleti’nin yaşatılacağı umulmuştu.
Bu son çırpınmaların bir fayda etmediğini ve diğer tüm çağdaşı imparatorluklar gibi Osmanlı’nın da yerini ulus-devletlere terk ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla 23 Temmuz’u, en azından dış politika bağlamında, zaten başarı şansı olmayan bir proje olarak tarihin tozlu raflarına kaldırabiliriz. Bugün siyasi tartışmaların uzağında kalması, bayram olarak kutlanmasına bile üç çeyrek yüzyıl önce son verilmesi, bu defterin artık kapandığını gösteriyor.
Oysa 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması hala zaman zaman alevlenen tartışmaların odağında yer alabiliyor. Zira 1908’de başlatılan hamle bölgeye istikrarı getirmekte ne kadar başarısız olmuşsa, Lozan tam aksine bir o kadar kalıcı bir etki yaratmayı becerebildi. Bununla birlikte, Lozan ve onu hayata geçirenler hala aktif politik fay hatlarında bulunduğundan daha soğukkanlı ve teknik kalmasını bekleyeceğimiz bir tartışma, bolca yalan yanlış bilgiyle ve demagojiyle kirletiliyor. Yeni Türkiye’de bile Atatürk’ün tartışma dışı bırakılmasında mutabık kalındığından Lozan’ın mimarlarından İsmet İnönü’nün etrafında alevlenen tartışma Lozan’a bakışı da etkiliyor.
Böyle bakılınca 100’üncü yıldönümüne yaklaşılan Türkiye’nin kurucu anlaşmasına ilişkin görüş beyanları, dış politika zemininden çıkıp içerideki kayıkçı kavgalarının teması haline geliyor. Bir de Lozan’ın 100’üncü yılında yürürlükten kalkacağına, bir dizi gizli madde sebebiyle memleketin kalkınamadığına dair absürt tevatürü de işin içine katınca neyi, neden tartıştığımızı unutuyoruz. Her ne kadar “Uluslararası anlaşmalar Külkedisi’nin faytonu gibi gece yarısından sonra balkabağına dönüşmez” desek de algıyı değiştirmek mümkün olmayabiliyor.
Biz yine de 23 Temmuz’da çok uluslu çok kültürlü bir toplum yaratma projesinin neden bir yere varamadığını, 15 yıl ve çokça felaket sonrası varılan durak Lozan’ın ise neleri ne kadar başarabildiğine bakalım. Geçmişe dair bir tartışma gibi gözükse bile Faulkner’in dediği gibi “Geçmiş asla ölmüş değildir; hatta geçip gitmiş bile sayılmaz.” Mevzubahis Türkiye’deki Lozan tartışmaları olunca bu çok daha geçerli bir önerme.
23 Temmuz 1908 tarihinde anayasanın ilanı ve Meclis’in yeniden toplanması talebiyle dağa çıkan Osmanlı zabitlerinin asıl derdinin, memleketin içine girdiği dağılma dinamiğine dur demek olduğunu söylemiştik. Peki bir anayasa, bir de Meclis bu muazzam başarıyı nasıl sağlayacaktı? Büyük ölçüde genç subayların hayalle gerçeği karıştırmalarının sonucu ortaya saçılan bu proje zaten ölü doğmuştu. Lozan ise belki diğer alternatif elde olmadığından, nihayet bir ulus devlet vücuda getirme hedefine ulaşabildi.
Lozan’a eleştirel yaklaşanların önemli bir kısmı, 20’nci yüzyılın dünyasında bir imparatorluğun hayatta tutulabilmesi ihtimali üzerinden değil anlaşmanın spesifik sorunlara verdiği cevaplardan tatmin olmadığından olumsuz görüş beyan etti, ediyor. Musul meselesinin lehimize çözülememesi ve Misak-ı Milli’ye dahil bir toprak parçasının nihayetinde terk edilmek zorunda kalınması en önemli eleştiri noktalarından birisi olageldi. Son yıllarda Doğu Akdeniz’deki yetki alanları üzerinden yaşanan kriz, anlaşılmaz bir biçimde Lozan’ın Oniki Adaları da terk etmemize sebep olduğu iddiasına yol açtı. Oysa Lozan’ın en büyük sorunu Boğazlar’daki egemenlik haklarımız üzerinden verdiğimiz tavizlerdi ancak anlaşmayı imzalayan kadroların 1936’da Montrö Anlaşması’yla bu açığı kapatmaya muvaffak olması projektörleri diğer meseleleri çevirdi.
Cumhuriyet’in kurucu anlaşması olarak nitelendirilen Lozan Anlaşması aynı zamanda statükocu bir dış politika vizyonu olan ve ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ sloganıyla halk diline çevrilen bir anlayışla beraber geldi. Öte yandan genç Cumhuriyet, hem Montrö Anlaşması’nda hem de Hatay’ın Türkiye’ye katılması hamlelerinde görüldüğü gibi aslında fırsatını bulduğunda eksik noktaları tamamlamaya hazır bir temkinli aktivizme sahipti. Üstelik Lozan’da tartışmaya yol açmayan Kıbrıs meselesi, 1950’li yıllardan itibaren anlaşmanın çerçevesinden genel itibariyle tatmin olduğunu ilan eden Türkiye’nin temel dış politika önceliklerinden birisi olabildi.
Öyleyse Lozan hiç de öyle iddia edildiği gibi Ankara’yı her anlamıyla memnun etmiş bir anlaşma değildi ancak kurucu mitosun içerisinde sahip olduğu köşe taşı konumu itibariyle kamuoyu önünde tartışılmasından kaçınılmaya çalışıldı. Resmi ideolojiyle sorun yaşayan, Osmanlı’nın bölgesel ideallerine sahip çıkmak isteyen muhalifler içinse önceleri çekinerek sonra açıktan ateş ettikleri bir hedef tahtası oldu.
Bugünkü iktidarın bu eleştirel gelenekten gelmesini ve Lozan’la ilgili sorguladığı noktaları test etme şansı bulmasını bu bakımdan önemli görüyorum. Ancak geldiğimiz noktaya bakınca, Lozan’ın 100’üncü yılında kadük hale geleceği gibi tuhaf ve bence gereksiz bir propaganda ve Oniki Adalar’ın kaybıyla anlaşmayı irtibatlamaya çalışan nafile ve tarihi gerçeklerle örtüşmeyen bir çaba dışında ciddiye alınabilecek bir tasarruflarını da göremiyorum. Yeni Türkiye’yi kurgulayanların dış politikaya ilişkin hayalleri bugün gerçeklerin duvarına çarpıp dağıldıkça, Lozan Anlaşması gibi konulara geri dönüp hayıflanmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Oysa başardıkları ve eksik kaldıklarıyla, Lozan, kutsallaştırılmaya ihtiyaç duyulmadan, soğukkanlılıkla tartışılması gereken, önemli bir tarihsel dönemeç. İç politikanın malzemesi olması, bu tartışmanın akademik çevrelerin ötesinde dürüstçe yapılmasına izin vermiyor.
Cumhuriyet’i kuran kadrolar 23 Temmuz 1908’i kendi kurguladığı yeni dünyaya uymayan, amaca hizmet etmeyen bir tarihsel durak olarak değerlendirip rafa kaldırmayı tercih etmişti. Çokuluslu bir imparatorluğu ayakta tutmaya yönelik son cılız umutların da savaş meydanlarında eriyip gitmesi bu kararı kolaylaştırdı; İttihatçılıkla bağları koparma ihtiyacı da kaçınılmaz hale getirdi.
Yeni Türkiye’nin dünyasında ise Lozan’ın durumu çok daha karmaşık bir görüntü arz ediyor. Dış politikadaki iddialı hamleler dünyanın gerçeklerine çarpıp yüz geri edildikçe fiiliyatta Cumhuriyet’in kurucu anlaşmasının çerçevesine rücu ediliyor.
Zira Lozan’da ortaya konan parametreler, Türk politika yapıcılarının tercihlerinden çok küresel güç dengelerinin bir sonucuydu. Bugün geminin dümenindekiler, 98 yıl önceki seleflerinin sınırlarını çizen bu keyfiyeti yaşayarak öğreniyor.