Ben diyeyim kırk, siz deyin elli yıl evvel bu güzel ülkede, küçük bir şehir, içinde küçücük bir hapishane varmış. Dört koğuş, seksen yatak, bir hücreden oluşan bu hapishane içinde bir kütüphane, içinde de otuzlu yılların o ünlü klasikleri varmış. Dört dağın içindeki bu hapishane, en dolu olduğu devirde hepi topu elli atmış garibana ev sahipliği yaparmış.
Buradan neçe insanlar gelmiş, geçmiş. Önceleri köylüler, borcunu ödeyemeyip hacze verilen, sonra da hapse düşen esnaflar, cahiller, okumuşlar, sonra dağlarda elde silah militanlar, her şeye teslim olmuş itirafçılar, zimmetine para geçirenler, sendikacılar, düşünce mahkûmları, en sonunda, bugünlerde ise darbecilikle suçlanıp aniden içeri tıkılan polisler, askerler, eğitimciler.
Bizim o eski küçük şehrin hapishanesi hâlâ yerinde, Düldül Tepe’nin altında dururmuş, karanlık hücresiyle beraber. Memleket her yerinde, herkes için artık bir hücreymiş.