Belki de yaşlanıyorumdur. 24 Nisan yazısı yazmak, soykırımın fenalığını, yüzleşmenin kıymetini anlatmak istemiyorum artık. Hrant Dink’in açtığı barış ve diyalog yoluna ikna olmuş gençlerdik bizler. Onu barbarca katletmelerine rağmen bir avuç Ermeni ve Hrant’ın arkadaşları olarak bu mücadelenin peşini hiç bırakmadık. En güzellerimiz, en korkusuzlarımız, en samimi olanlarımız davrandılar. Hiç yorulmadık, anlatmaya devam ettik gerçekleri. Gerçek bilinirse insanlık vicdanı kötülüğü durdurur diye inandık.
Öyle değilmiş…
Gerçek biliniyormuş. Katliamı yapan katiller, katliamcı ve katil oldukları için seviliyormuş meğer. Devlet o kadar derin değilmiş. Derin olan halkmış, her evde bir beyaz bere varmış. Küçücük Ermenistan’ı SİHA’larla, uçaklarla ve kollarında Talat Paşa armalarıyla vurduklarında, iki jenerasyon genci daha katlettiklerinde, Agos gazetesinin önünde beyaz bere ve kornalarla tezahürat yapanların memleketiymiş Türkiye. Hrant Dink’in cenazesinde en önde saf tutup “Azeri askerinin ayağına taş deymesin” diye twit atanların hep çoğunluk olacağı bir yermiş Türkiye. Seve seve yine yaparlarmış.
Üstelik barış ve diyalog istemek, yüzleşme ve ortak gelecek talep etmek pahalı bir işmiş. Hrant Abi katledileli 18 yıl oldu. Onun ardından direnenlerin çoğu memlekette barınamadı bile. Ben Berlin’deyim, Garo Washington’da, Sayat Amsterdam’da. Çiğdem Silivri’de, Tamar, Sibil, Alex, Özlem hep başka diyarlarda artık.
Ermenice hiçbir hayalim yok artık ülkem için.