BİLGEHAN UÇAK
Havzalı Cavit beyi tanıdığınızı sanmam, ben de adını ilk kez geçen gün duydum.
Konya Cezaevi’nde uzun bir mahpusluk hayatı olmuş.
“Bu Cavit bey Adapazarı taraflarında bir yerde muhasebe-i hususiye (özel idare muhasebesi) memuru iken bacanağını vurmuş.”
Sabahattin Ali’nin öykülerini okuyorum, işte Cavit bey orada: ‘Bir Şaka‘ adlı öykünün baş kahramanı.
Ekim 1935’te ‘Ayda Bir’ dergisinde yayınlanan bu öykü de diğerleri gibi derlenip kitaplaşmış: Kağnı, Ses, Esirler’.
Cavit bey diye biri gerçekten var mıydı bilmiyorum ama ‘benöyküsel anlatıcı’nın Konya Cezaevi’nden Sinop Cezaevi’ne gönderilişine bakarsak bu öyküde bir gerçeklik payı olduğunu sanırım söyleyebiliriz.
Belki Cavit bey diye biri yoktu, belki sadece hikâyesini duydu, değiştirdi, ama Cavit beyin ızdırabını yaşayan birçok insan vardı, hâlâ da var.
Neredeyse 90 sene sonra bile güncel kalmış bir öykü okumak, herhalde bu ülkenin en büyük talihsizliği.
Öykülerin çoğu gibi bu da hapisanede geçiyor.
“Cavit bey asıl Havzalı idi. Galiba oralarda akrabaları da vardı. Konya gibi gurbet elde hapislik ona çok ağır geliyordu. İstida vererek Samsun Hapishanesi’ne naklini istemişti.”
Hapisanede de olsa, yaşadığın, ait olduğun yerde bulunmanın önemini Sabahattin Ali’nin isimsiz anlatıcısı anlatıyor: “(…) bildik yerler, tanıdık muhitler hiçbir yerde hapishanede olduğu kadar şiddetle aranılmaz. Görüşme günleri kapıya kimsesi gelmeyenler, mahkûmlar arasında en zavallı sayılırlar. Bunun için gurbet hapishanesine düşenler hep memleketlerine nakil için uğraşırlar.”
Hiç düşünmemiştim yalnızlığın böylesini.
“Korkma bağır / Olmadı Hızır’ı çağır / Hızır senin kalbindedir / Sen Hızır’sın be güzelim…”
Cavit bey de Hızır’ı mı bekliyordu 1930’ların Türkiye’sinde?
O yüzden mi istiyordu nakledilmeyi Samsun’a?
Bu satırları, öyküyü bitirdikten sonra yeniden okudum.
Sonra gözümün önüne o gazete haberi geldi: “Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan ve hafta başında hastaneye sevk edilip holter takılan HDP’nin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ı ziyarete giden ailesi, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde kaza geçirdi. Demirtaş’ın eşi, annesi, babası ve kardeşi dahil beş kişi yaralandı.”
Başak Demirtaş, 140journos’taki belgeselde üniversite dahil hep Diyarbakır’da okuduğunu, ömrünün sadece iki senesini bu şehrin dışında geçirdiğini söylüyordu.
Oysa kaç senedir her görüşme günü yüzlerce kilometrelik bir yol gidiyor kocasını görmeye.
Bir uçtan bir uca, Diyarbakır’dan Edirne’ye…
Belki 150 sene öncesinin sınırları sabit kalmış olsa, Balkanların içlerinde bir yere koyacaklardı Selahattin Demirtaş’ı.
Başak hanımın sonsuz yolculuğu daha önce yazıldı, anlatıldı ama biz hep onun gidiş-gelişlerini, yolda çektiklerini, yaptığı kazayı düşündük.
Ama şimdi Sabahattin Ali’yi okurken Havzalı Cavit, benim gözümde Diyarbakırlı Selahattin oluveriyor.
Diyarbakırlı Selahattin, hiç kimselere belli etmemeye çalışsa da Cavit beyin yalnızlığını paylaşıyor olmalı.
İyi de, aradan 90 sene geçmiş.
Tek parti dönemi bitmiş, ‘adalet’ ve ‘demokrasi’ dillerden düşmez olmuş…
Nasıl oluyor da aynı acılar, aynı sancılar, Dıranas’ın şiirinde dediği gibi ‘aynı siyah güneş gökyüzünde’ mütemadiyen yineleniyor?
Elimizi attığımız, tuttuğumuzu sandığımız her umut un kurabiyesi gibi ufalanıp kayboluyor.
Böyle bir kaderi olabilir mi toplumun?
Sabahattin Ali’nin öyküsünden sonra 140journos’taki belgeseli yeniden izlemeye başladım.
Bir yerde, kızının 17’nci yaş gününü kutlarken şöyle diyor Demirtaş: “Zaman geçiyor işte kızım, hayat devam ediyor, ne yapalım…”
Her şeyi susturdum.
Ne kitap ne belgesel.
Ne Sabahattin Ali, ne Demirtaş, ne Cavit bey.
Sadece Dıranas…
Aynı siyah güneş, aynı siyah,
Aynı susayış, aynı koşuş, aynı…
Of… hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı…