
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Daha önce yazdığım yazılarda politik ve sosyal psikolojiye merakımdan bahsetmiş, bu alanların kapsamındaki konular hakkında yazılar yazmıştım. Son zamanlardaysa “İnsanlar neden kendi elleriyle bir diktatör seçer ve ülkenin geleceğini karanlığa teslim eder?” sorusunun yanıtını bulmaya çalışıyor ve dolayısıyla bu konuda okumalar yapıyorum.
Şu ana kadar okuduklarımdan çıkardığım; insanların kendi celladını seçmesi ve o celladın toplumun kaderiyle oynaması bir tesadüf değil. Komplo teorilerinin yanısıra tüm bu olup bitenin altında psikolojik, sosyolojik ve tarihsel olmak üzere birçok sebep yatıyor. Bir diktatörün gelişi bir anda olmasa da aslında yolun yarısında kendini belli ediyor. Artçılara kulak asmayınca, büyük depremin her şeyi yıkıp yok etmesine göz yumulmuş oluyor.
Bir diktatörün doğuşu
Öncelikle herkes diktatör olamaz. Onun için belli kişilik özelliklerine sahip olmak gerek. Bu kişilik özelliklerinden ‘Karanlık üçlü: Narsisizm, Makyavelizm ve Psikopati’ başlıklı yazımda bahsetmiştim. Tabii ki halk seçimini yaparken kendini nasıl bir karanlığın içine bıraktığının farkında olmaz. Aksine bir kurtarıcı seçtiğini düşünür.
Demokrasinin içselleştirilemediği toplumlarda, toplum, ülkede yaşanan ekonomik problemler, işsizlik, adaletsizlik gibi kriz durumlarının yarattığı stresi kendi iradesiyle çözebileceğine inanmadığı için bir kurtarıcı arar. Erich Fromm, ‘Özgürlükten Kaçış’ adlı eserinde, insanların özgürlüğü sindiremediği kriz ortamlarında diktatörlüğü tercih ettiğini belirtir. Demokrasi ve özgürlük sorumluluk gerektirir. Birçok insan sorumluluk yükünden kaçmayı tercih ettiği için bir lider figürüne sığınmak ister.
Birçok kişi için bir lider ne kadar otoriter ne kadar sert mizaçlıysa kurtarıcı rolüne o kadar uygundur. Bunun altında otoriter ve sert olmanın güçlü olmakla özdeşleştirilmesi yatar. Bu algının oluşmasında o toplumun tarihsel süreci de önemlidir. Dolayısıyla, toplumun kendi iradesinin üstünde bir otorite seçip ona boyun eğmesi normalleştirilir.
Ayrıca, insan doğası belirsizlikten kaçar. Güçlü bir otorite, bireye güven verir. Stanley Milgram’ın ‘Otoriteye İtaat’ çalışması, sıradan bireylerin güçlü figürler karşısında itaat eğilimini bilimsel olarak kanıtlar. Çocuklukta gelişen otoriteye bağlanma ihtiyacı, yetişkinlikte de sürer. Özellikle de duygusal olgunluğunu tamamlamamış yani yetişkin olamamış bireylerden oluşan toplumlarda bu ihtiyaç daha fazla görülür. Otoriter lider aynı zamanda bir baba figürü haline gelir. “Dövse de sevse de babadır en nihayetinde…” denir geçilir. Saygı duymak için korkulması gerektiğine inanılır.
Haliyle, bu özelliklere sahip toplumlarda diktatörlüğün önü açılır. Kurtarıcı olarak görülen lider manipülatiftir. Toplumun geçmişten gelen korkularını iyi analiz eder. Bu korkuları kendi lehine çevirmekte ustadır. Diktatörlüğe giden yolda ‘dış güçler’ gibi farklı düşmanlar yaratıp, halkın korkusunu yöneterek destek toplar ve daha da güçlenir. Güçlendikçe etrafa korku yaymaya başlar. İnsanları bölüp yönetmekte usta olduğu için öfkeyi provoke eder. Öfke ve korku tuşlarına basa basa oynadığı oyunda zirveye oturur. Artık onun için en önemli şey her şeyi, herkesi kontrol edebilmek ve yerinde kalabilmektir.
Güç zehirlenmesi
Güç sahibi lider, zamanla kendini tanrı gibi görür. “Ben olmazsam devlet olmaz” düşüncesine kapılır.
Eleştiriye tahammülsüzleşir. Herkesi düşman sanır. Herkesten şüphe duyar. Lider, çevresine sadece ona “Evet” diyenleri alır. Sadakat, onun için her şeyden önce gelir. Dolayısıyla, liyakati ayaklar altına alır. Sadakat ve yalakalığı birbirine karıştırır. Haliyle gerçek bilgiye ulaşamaz ve etrafına sahte bir duvar örer. Yani giderek yalnızlaşır.
Gücü kaybetme korkusu, her şeyi daha da fazla kontrol etmeye çalışmasına sebep olur. Güç elden giderse her şeyi kaybedeceğini ve kendisine hesap sorulacağını bilir. Dolayısıyla, her geçen gün daha da zalimleşerek iktidarda kalmaya çalışır. Öte yandan, korkularının verdiği huzursuzluktan kurtulmak için başkalarına zarar vermekten kaçınmaz. İçinde ufacık bir empati parçası kalmamıştır. Barbara Kellerman, ‘Kötü Liderlik’ adlı çalışmasında, kötü liderlerin ortak özellikleri olarak; eleştiriye tahammülsüzlük, empati yitimi ve paranoyayı vurgular. Paranoya o kadar derinleşir ki, lider, kontrolü elinde tutmak için yargı, medya ve eğitimi araçsallaştırır. Yargı, totaliter rejimlerde kontrolün en kritik ayağıdır.
Yargıyı kontrol etmek, lider için dokunulmazlık zırhıdır. Gücü kaybetse bile, yargı bağımsız değilse hesap sorulmaz. Bu nedenle yargı, bu sistemlerde ya bastırma aracıdır ya da güvenlik duvarı. İşini düzgün yapan çoğu hâkim, savcı sürülür, tehdit edilir, yerine lidere sadık kişiler getirilir. Kendisiyle aynı görüşte olmayan, ona rakip olan, kontrol edemeyeceğini düşündüğü herkesin bir sebepten dolayı yargılanmasını buyurur. Suç tanımları muğlaktır. Soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar halkı susturmak için yaygınlaştırılır. Adalet, bir hezeyanın elinde oyuncak olur.
David Owen, ‘Hubris Sendromu’ adlı kitabında, liderlerin gücü arttıkça etik normlardan koptuğunu ve gerçeklikten uzaklaştığını bilimsel olarak açıklar. Özetle, ülke kontrolü kaybetme korkusu üzerine kurulu bir hezeyanla yönetilmeye başlar. Kararların arkasında mantık kalmaz. Toplumun büyük bir kısmı olanların farkında olsa bile sesini çıkartmakta zorluk çeker; çünkü korkar.
İnsanlar neden korkmayı seçer?
Aslında kimse en başta korkuyu seçtiğini fark etmez. Yalnız, zamanla korkuyla yaşamaya alışır. Korku bazen bir savunma mekanizmasıdır. Tehlikeyi görüp ona göre davranmak, bilinmezlikten daha güvenli gelir. “Bildiğim korku, bilinmezliğin kaygısından daha iyidir” der ve alıştığı korkuyu zamanla kendi eliyle seçer.
Sürekli korku hissetmek, bireyi edilgen yapar. Dacher Keltner’ın ‘Güç Paradoksu’ kitabı, korkunun bireyin karar alma yetisini felç ettiğini, hareketsizlik doğurduğunu gösterir. Bu durum, öğrenilmiş çaresizlikle birleştiğinde kronikleşir.
Yargının kontrol altına alınmasıyla adaletsizlik boy gösterdiği için korku daha da derinleşir. Sessizlik büyür. Adaletsizliğe ses çıkaran hain olarak etiketlenir; çünkü lidere mutlak boyun eğmeyen, kontrol edemediği herkes onun nazarında düşmandır.
Adaletsizlik karşısında sessizlik
Adaletsizlik karşısında susmak, hayatta kalma içgüdüsüdür. Zimbardo’nun ‘Lucifer Etkisi’ adlı kitabında, tehlike ortamlarında bireyin vicdanını nasıl bastırdığı ve sessizliği tercih ettiği anlatılır. “Bu benim görevim değil”, “Zaten hiçbir şey değişmez” gibi bahanelerle vicdan susturulur.
Adaletsizlik olağan hale gelir. Toplum bu duruma alışır. Tepki verenler yalnızlaşır, sindirilir.
Herkes kendi sınıfının çıkarını düşünür. Alt sınıflar susar çünkü korkar; üst sınıflar susar çünkü sistemden beslenir.
Toplumda dayanışma zayıfladıkça birey yalnızlaşır. Birey yalnızsa, hareket etmez. Bu da adaletsizliğin normalleşmesine neden olur.
Liderin korkusu
Halk etiketlenmekten, suçsuz yere cezalandırılmaktan korktuğu için adaletsizlik karşısında sessiz kalır, olanları görmezden gelmeyi ve unutmayı seçer. Liderin yaptığı her zulmü kaybetme korkusuyla yaptığının farkına varamaz. Lider, kontrolü kaybederse üzerinde oturduğu çamurun içine gömüleceğini bildiği için eziyetin şiddetini arttırır. Timothy Snyder’ın ‘Tiranlık Üzerine’ adlı çalışmasında, korkunun lideri nasıl hataya zorladığı ve bu hataların baskıyı daha da artırdığı anlatılır.
Kontrolü kaybetme korkusu tetiklendiğinde o stratejik kararlar alan, manipülatif insan gider ve yerine korku merkezli hızlı kararlar alan biri gelir. Önlem adı altında abartılı uygulamalar başlar. Lider, kendi propagandasına inanır ve objektif bilgi alamadığı için gerçeklikten iyice kopar. Yanlış kişilere güvenir çünkü çıkarları için ona yaranmaya çalışan kişiler sadık gözükse bile niteliksizdir. Bitirdiği liyakat onu kendi bacağından vurur.
Daha fazla hata yapmaya başlar. Ekonomi, dış politika, iç güvenlik gibi alanlarda fahiş hatalar yapar. Bu hatalar, halkta memnuniyetsizlik doğurur; lider daha çok korkar, daha çok bastırır. Kısır döngü başlar.
Diktatörlük; bireysel korkular, toplumsal çaresizlik ve kurumsal çürümeyle kurulur. Lider paranoyaklaşır, zalimleşir. Toplum susar. Bu döngü ancak güçlü kurumlar ve örgütlü toplumla kırılır. Aksi halde bedel büyür. Bilimsel veriler, bu sürecin evrensel olduğunu gösteriyor.
Albert Hirschman, ‘Çıkış, Ses ve Sadakat’ çalışmasında, “İnsanlar değişimin imkânsız olduğuna inandığında sessizleşmeyi tercih eder” diye yazmıştır. Oysa, değişim imkânsız değildir. Eğer bir lider bir halk üzerinde zulmünü arttırıyorsa, ona karşı ses çıkartanları düşman ilan ediyorsa, yerini kaybetme korkusuyla eline geçirdiği tüm kaynakları haktan hukuktan uzak bir şekilde kullanıyorsa, bu onun gücünü kaybettiğinin ve korku içinde yaşadığının bir göstergesidir. Kendi korkusunu başkalarını korkutarak gidermeye çalışır. İşte bu noktada halkın, totaliter rejimi dayatmaya çalışan liderin korkusunu üstüne almayıp kendi üstünlüğünü anayasal hakları doğrultusunda göstermesi gerek.
Bu tür olayların yaşandığı ülkelerde halk “Kimse sesimizi duymaz. Yasa mı kaldı?” diye sorsa da her zaman bir yerlerde işini iyi yapan, ahlaklı hukukçular, eğitimciler, medya sahipleri vardır. Yalnız, onların da umuda ihtiyacı olduğu unutulmamalı. Ayrıca, liderin gücünü kaybettiğini, kitleleri ardından sürükleyemediğini gören birçok kişi onu yalnız bırakır. Yani halk kendisine yapılanları sineye çekmezse, o kısır döngü kırılır ve liderin etrafındakiler de dağılmaya başlar.
Unutmayın; değerler üzerine kurulmayan bağlılıklar yıkılmaya mahkumdur ve halk kendi değerlerine sahip çıktığı sürece önünde hiçbir kuvvet duramaz. Yeter ki atılan adımlar, tüm provokasyonlara rağmen, uzun soluklu, akılcı, şiddetten uzak ve yasal olsun.