Financial Times yazarı Martin Wolf, ‘Seçilmiş despot çağında yaşıyoruz’ başlıklı yazısında, “İnsanlar adil olmayan bir dünyada yanlarında güçlü ve karizmatik bir liderin olduğuna inanmak istiyor” dedi.
Wolf’un yazısının tamamı şöyle:
“Seçimle işbaşına gelmiş karizmatik potansiyel despotların çağında yaşıyoruz. Neredeyse hepsi ‘erkek’ olan bu liderlerin siyasetlerinde korku ve öfke hüküm sürer. Bu minvalde bir siyaseti sürdürmek için belirli kişilik özelliklerine sahip olmak gerek. ‘Doğru’ koşullar oluştuğunda, böyle liderler kendiliğinden ortaya çıkar. Şiddetli bir devrimden sonra sahneye çıkmaları şaşırtıcı olmaz. Temelleri sağlam demokrasilerde de bir süredir böyle liderleri görmemiz pek şaşırtıcı değil.
Seçilmiş ya da seçilmesi muhtemel ‘güç figürleri’yle her yerde karşılaşıyoruz: Rusya’da Vladimir Putin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, Hindistan’da Narendra Modi, Venezuela’da Nicolás Maduro, Filipinler’de Rodrigo Duterte, Brezilya’da Jair Bolsonaro, İsrail’de Binyamin Netanyahu, İtalya’da Matteo Salvini ve ABD’de Donald Trump.
Bu liderler çok yönlülükleri bakımından ayrışıyor. Yönettikleri ülkeler de farklı özelliklere sahip. Bazısı ekonomik açıdan gelişmiş ve köklü demokrasiler, bazıları da değil. Gelgelelim, bu liderlerin her biri ABD’li bağımsız düşünce kuruluşu ‘Freedom House’un şubat ayında yayımladığı ‘2019 Dünya Özgürlükler Raporu’nda anılıyor. Rapora göre demokrasi tüm dünyada, bilhassa Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan demokrasilerde, 13 yıldır gerilemeye devam ediyor.
Söz konusu liderler nasıl özelliklere sahip? Batı siyaset felsefesinin ilk eseri sayılan Devlet’te Platon (bir anti-demokrat), bu figürü bir ‘koruyucu’ olarak tanımlar; arkasına aldığı güruhla, eylem ya da vaatlerine dair bir vicdan azabı çekmez. Platon, bu liderin kaderinin ne olacağını sorar: “Düşmanlarının eliyle mi ölecek, yoksa bir kurt adama, yani despota mı dönüşecek?” Platon’un despot olma potansiyeli taşıyan koruyucu figür fikri çarpıcı. Gelgelelim, böyle bir lider kendisini herkesin koruyucusu olarak takdim etmez. O yalnızca azınlıklar, yabancılar ve hain elitlere karşı ‘gerçek halk’ın koruyucusudur; siyasi değil ahlaki bir iddia. Bu figür aynı zamanda bir paranoya siyaseti de sürdürür. Eğer işler yolunda gitmezse, fatura kesinlikle ya ‘derin devlet’e ya da iç veya dış mihraklara kesilir.
Princeton Üniversitesi’nden profesör Jan-Werner Müller, ‘Popülizm nedir?’ isimli müthiş kitabında bu tür siyasetçileri ‘popülist’ olarak nitelendiriyor. Popülist demagog, başarıya ulaşmak için şahsına duyulan inancı kullanarak kendisini ‘kaderin adamı’ olarak tasavvur etmelidir. Bu süreçte benmerkezcilik ve megalomani elzemdir. İrlandalı yazar Ian Hughes, çarpıcı kitabı ‘Disordered Minds’da bu tür kişileri narsisist ya da psikopat olarak tanımlar. Bu figürlerin kaçık olduklarını görmek için uzman olmaya gerek yok. Biri kendini ‘İnsanlığın yegane kurtuluşu benim’ fikrine başka türlü nasıl inandırabilir ki?
Harvard Üniversitesi’nden Steven Levitsky ve Daniel Ziblatt’ın ‘Demokrasiler nasıl ölür?’ kitabında belirttiği gibi, böyle bir lider pek de zorlanmadan demokrasiyi yerle bir edebilir. İlk olarak denetleme sistemlerini ele geçirir (hukuk sistemi, maliye, istihbarat örgütleri ve kolluk kuvvetleri). İkinci etapta siyasi muhalefeti ve en önemlisi medyayı oyalar ya da tamamıyla saf dışı bırakır. Üçüncü ve son olarak da seçim kurallarını ortadan kaldırır.
Bu saldırıları desteklemek, muhalefetin gayrimeşruluğu ve liderin yönetim için uygun görmediği bilgilerin ‘sahteliği’nde inatla diretmek olacaktır. İnsanlar, adil olmayan bir dünyada yanlarında güçlü birinin olduğuna can havliyle inanmak istediğinde böyle bir lidere güvenecektir. Bu, karmaşık bir demokrasinin normlarına ve kurumlarına güvenin boşa çıkmasının sonucudur.
Makul biçimde politika oluşturmaya duyulan inanç sarsıldığında, karizmatik lider bilinen en ilkel lider tipi olan ‘kabile şefi’ olarak karşımıza çıkar. İşler bu radde geldiğinde, gelişmekte olan ve gelişmiş demokrasiler arasındaki farklar da ortadan kalkabilir. Gelişmiş demokrasilerin daha sağlam kurumları, normları ve daha eğitimli seçmenleri olduğu doğru. Bazıları bu farkın despotluğa direnmek için yeterli olduğunu düşünebilir, normal şartlarda bu geçerli olurdu.
Ne var ki, biz insanız. İnsanlar karizmatik despotlara tapar, hep tapmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde, bir önceki iktidarın fahiş hataları (Brezilya’daki gibi) veya ağır bir ulusal aşağılanma (Rusya’daki gibi) -ya da her ikisi- muhtemel otokratların seçimiyle sonuçlanır.
Öyleyse özel danışman Robert Mueller’in raporunun ortaya koyduğu gibi, ABD’de önceden kabul edilemeyecek davranışlar sergileyen bir başkanın varlığı nasıl açıklanabilir? Bay Trump en başta neden seçildi? Neden hala birçok insan kendisine güveniyor? Cevap iki kısımdan oluşuyor. İlk kısım korkunun ve öfkenin gücüyle ilgili. Bunun temelinde kısmi olarak çoktandır devam eden ekonomik başarısızlıklar, finansal kriz ve kültürel değişiklikler var. İkinci kısım ise elit kesimin bir bölümünün bu duyguları sömürme, büyük vergi muafiyetleri elde etme ve düzenlemeleri aradan kaldırma isteğiyle ilgili. Bu yaklaşıma ‘pluto-populizm’ demiştim. ABD’nin güneyindeki eski elit kesimin kullandığı ırkçı ayrımcılık stratejilerinin tüm ulusa uygulanan modern versiyonu gibi de düşünülebilir. ABD çoğunlukla en önemli vaka olarak görülüyor, keza liberal demokrasinin dünyada en ileri gelen savunucusu.
Çin’deki Şi Cinping örneğinden de görülebileceği gibi, seçimle işbaşına gelmiş bir güç figürünün kurumsallığı zayıf yönetimi, atanmış bir liderin kurumsallaşmış yönetiminden çok daha korkunç olabilir. Korku ve öfke siyaseti despotluğa evrilir. Kurumlar tek başına bu tehdide göğüs geremez. Buna direnmeyi yalnızca bir ölçüde umuttan pay alan bir siyaset başarabilir. Abraham Lincoln’ın söylediği gibi, demokratik bir cumhuriyet ancak ‘doğamızın iyilik melekleriyle’ ayakta kalabilir.”
Çeviri: Diken