
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Türkiye bugün yalnızca mutsuz değil, zihinsel olarak dağılmış, duygusal olarak taşkın, ruhsal olarak paramparça bir ülkeye dönüşmüş durumda. Sokakta bir bakış, sosyal medyada bir yorum, trafikte bir korna sesiyle infilak eden insanlar, bastırılmış bir öfkenin, derinleşmiş bir yorgunluğun taşıyıcısı. Bu tablo bireysel bozukluk değil, bir toplumun kolektif bilincinde çatırdayan fay hatlarının görüntüsü.
Gündem hızla değişiyor ama hissettirdikleri hep aynı; korku, yılgınlık, öfke. Travma, artık istisnai bir hâl değil, gündelik hayatın kalbine yerleşmiş yeni norm. Türkiye’nin içine çekildiği bu ruhsal çöküş, psikolojinin temel kavramlarıyla okunduğunda gerçek anlamını buluyor. Çünkü yaşadığımız şey sadece politik ya da ekonomik bir kriz değil, ruhun anatomisini bozan, zihinle bedenin bağını koparan derin bir sarsıntı.
Kapanmayan yaralar
Travma, olağandışı ve tehdit edici bir olayın ardından zihinde ve bedende açılan bir yaradır. Amerikan Psikiyatri Derneği’ne göre bu yara, bireyin ya da toplumun güvenlik algısını ve işleyişini bozar. Ancak Türkiye’de bu yara artık kabuk bağlamıyor. Depremler, ekonomik çöküşler, siyasi baskılar, adaletsizlikler birbirini izliyor. Krizin biri bitmeden diğeri başlıyor; toplum, sürekli sallanan bir zeminde yaşamaya çalışıyor.
Judith Herman’ın tanımladığı ‘kompleks travma’, bu topraklarda artık istisna değil, norm. İnsanlar, acıya değil, onun tekrarına karşı duyarsızlaşıyor. Kadın cinayetlerine ‘Yine mi?’ tepkisiyle bakanlar, kalabalık içinde sessizce yürüyenler, bu donukluğun dışavurumu. Ruh, ardı ardına gelen darbeler karşısında iyileşmekten vazgeçmiş bir beden gibi davranıyor; hissediyor ama kıpırdayamıyor.
Çaresizlik öğrenilir
Martin Seligman’ın ‘öğrenilmiş çaresizlik‘ kavramı, bu ruhsal felci açıklar. Sürekli çabalayıp hep aynı sonuçla yani başarısızlıkla karşılaşan birey sonunda mücadeleyi bırakır. Türkiye’de milyonlarca insan, ‘Nasıl olsa hiçbir şey değişmez‘ düşüncesiyle yaşamaya alıştı.
Bu ruh hâli, Franz Kafka’nın ‘Dava’ romanındaki Joseph K.’ninki gibidir; neden yargılandığını bilmeden sistemin içinde çırpınır. Çaresizlik zamanla yerleşir; umut, çabalamak için değil, sadece hayal kurmak için saklanır. “Hayat devam ediyor” sözü, çoğu zaman hayata değil, hayal kırıklığına direnmenin bahanesidir.
Normalmiş gibi davranmak
Byung-Chul Han’ın ‘normopati’ kavramı, travmanın ortasında bile ‘her şey yolundaymış’ gibi davranma zorunluluğunu anlatır. Türkiye’de kriz büyürken sosyal medyada gülümseyen yüzler, alışveriş merkezlerinde gezinen insanlar, duygusal bir zorunluluğun maskesini taşır. Toplum, ‘iyiymiş gibi yaparak‘ hayatta kalmaya çalışır.
Bu hâl, ‘The Truman Show’daki gibi herkesin gerçek olduğunu bildiği bir sahnede rolünü sürdürmesidir. Gülümsemek bir ifade değil, bir kalkan olmuştur. Sözde normallik, gerçeğin üzerini örter. Travmalar görmezden gelinir, duygular bastırılır ve toplum, susarak anlaşmayı seçer.
Gerçeklikten kopuş
Disosiyasyon, travmanın ardından zihnin gerçekliği bölerek kendini koruma çabasıdır. Beden başka yerde, zihin başka bir hikâyede yaşar. Türkiye’de bu artık bireysel değil, kolektif bir savunma mekanizmasıdır.
Toplum, ortak anlam haritasını kaybetmiş durumda. Aynı olay bir kesim için ‘talihsizlik’, bir başkası için ‘katliam‘dır. Herkes kendi gerçeğinde haklı, kendi hikâyesinde yalnız. Bu kopuş, empatiyi değil bölünmeyi besler. Duygular yerini kuruntulara, gerçeğin yerini sezgisel doğrulara bırakır.
Yönsüz öfke
Freud’un yansıtma ve yer değiştirme kavramları, bastırılmış öfkenin yanlış hedefe yönelmesini açıklar. Bugün trafikte bir korna sesiyle başlayan kavgalar, sosyal medyada parlayan öfke nöbetleri bu hâlin dışavurumudur. Öfke, asıl kaynağını şaşırır ve en yakındaki kişiye yönelir.
Beck’in ‘bilişsel çarpıtmalar‘ kuramına göre yoğun travma yaşayan birey, nötr ifadeleri bile tehdit gibi algılar. Duygu, düşüncenin önüne geçer. Toplumun kolektif sinir uçları açıktadır; en küçük temasta kıvılcımlar sıçrar.
Başkasının acısı
Travma yalnızca yaşayanı değil, tanık olanı da yaralar. Charles Figley’nin ‘ikincil travma‘ kavramı, başkasının acısına sürekli tanıklığın ruh üzerindeki etkisini tanımlar. Ekranlardan geçen felaket görüntüleri, enkaz altından çıkarılan çocuklar, gözyaşları… Ruhlarımız bu imgelerle ağırlaşıyor.
Susan Sontag’ın ifadesiyle, “Başkalarının acısına sürekli bakmak ya onu fetişleştirir ya da hissizleştirir.” Türkiye’de bu durum hissizleşmeye evriliyor. Görüyoruz ama hissetmiyoruz. Kalbimizde yankı uyandırmayan felaketler, bellekte de yer bulamıyor.
Unutmanın konforu
Türk toplumu için unutmak bir refleks değil, alışılmış bir kaçış biçimi. Soma faciası, depremler, otel yangını, kadın cinayetleri, çocuk tacizleri… Her biri kısa süreli bir gündem olarak tüketilip geride bırakıldı. Hatırlamak yerine unutmak daha kolay. Çünkü hafıza taşıdıkça ağırlaşır.
Tertemiz bir zihinle yeniden başlamak mı yoksa geçmişin gölgesiyle yaşamak mı? ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ bu ikilemi sorar. Bizse toplumsal ölçekte hafızamızı sıfırlayarak yol alıyoruz. Ama unutarak iyileşilmez. Bastırılan her acı, yerin altında birikir ve bir gün patlar.
Şokun stratejisi
Naomi Klein’ın ‘şok doktrini’, travmaların nasıl bir yönetim aracına dönüştüğünü gösterir. Türkiye’de felaketlerin ardından gelen ani kararlar, olağanüstü hâller, ‘Bir süre susalım‘ çağrıları hep aynı stratejinin parçalarıdır. Kriz, toplumu önce dondurur, sonra yönlendirir.
Foucault’nun ‘biyoiktidar’ kavramı burada işler: İktidar sadece yasayla değil, bedenler, alışkanlıklar ve duygular üzerinden kurulur. Travma, bir sonuç değil, kimi zaman bilinçli bir araçtır. Ama hiçbir bastırma sonsuz değildir. Bastırılan öfke de hafıza da bir gün kabuğunu çatlatır.
Ruhsal felçten kolektif uyanışa
Türkiye bugün yalnızca korkmuyor, nasıl hissedeceğini bile bilmiyor. Ama bu uyuşukluk bir yazgı değil. Felç, kıpırdayacak bir parmakla çözülmeye başlar. Sessizlik en çok gürültüye gebe olandır.
Bu toplum, defalarca yıkıldı ama her seferinde yeniden inşa etmeyi başardı. Yas tutmak, konuşmak, hatırlamak hepsi bir iyileşmenin eşiğidir. Artık sadece hayatta kalmak değil, birlikte yaşamak için adım atmanın zamanı.
Çünkü hafıza yalnızca geçmişi taşımaz, geleceği kurar. Travma döner. Ama onu karşılayan bizsek yönünü de biz çizeriz. Karanlığın içinden birlikte geçersek ışık yalnızca mümkün değil, kaçınılmaz olur.