Mesude ERŞAN
@mesudersan
mesudeersan@diken.com.tr
Deniz biyoloğu Dr. Mert Gökalp’in yazdığı, ‘İstanbul’un Deniz Canlıları‘ kitabı, hem kentin 9 bin yıllık denizle ilişkisine bakıyor hem de acil önlem alınmazsa Marmara ve Karadeniz’in elimizden kayıp gideceğini bir kez daha ortaya koyuyor.
İstanbul denizlerindeki canlıları temsil eden balıklar, kıkırdaklılar, algler, süngerler gibi 13 farklı gruptan, 331 tür su altı canlısının, fotoğraflarıyla yer aldığı kitaba göre tüm açgözlülük, hoyratlık ve vahşete rağmen hala umut var.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yayınladığı kitapta Gökalp, Türkiye’de balık biliminin babası sayılan, ‘Balık ve Balıkçılık’ kitabının yazarı Karekin Deveciyan’a (1868-1964) saygı duruşunda bulunuyor ve bazı balık çizimlerine yer veriyor.
‘İstanbul balıksız, balık İstanbulsuz anlatılmaz‘
İstanbul’da, Neolitik Dönem ve öncesinden itibaren pek çok farklı medeniyet doğdu. Kentin adı değişti. Binlerce yıl boyunca değişmeyense kentin simgesi balıklar ve balıklarla ilişkisi.
Gökalp, “İstanbul balıksız, balık İstanbulsuz anlatılmaz. Bu şehrin bin yıllara uzanan tarihi, denizin ve balığın kıyısında geçti. Şehri yönetenler sikkelerine palamudu, orkinosu resmetti. Balığa çıkmak, lüferi beklemek şenlikli bir ritüeldi. Boğazda balık varsa, şehrin neşesi her daim yerindeydi” diyor.
Balıkların devirleri
İstanbul ilk olarak orkinos devri yaşadı, ardından uskumru ve kolyoz devri geldi. Bunu yem balıkları devri (hamsi, sardalya, gümüş ve tekir), palamut ve torik en sonunda da lüfer devri izledi. Her dönem kendine has balıklarını ve ürünlerini yarattı.
Kent öyle bolluk, bereket yaşamış ki 1550’lerde Hollanda’dan gelen Gyllius şöyle anlatıyor: “İlkbahar aylarında Boğaz’ı Karadeniz yönünde geçen balık sürülerini, halk kıyıdan taşlayarak avlar. Kıyalardaki konaklardan kadınlar, denize pencerelerden sepet sallayıp balık avlarlar.”
Osmanlı döneminin İstanbul’unda yönetici seçkinler nazarında balık önce ikinci sınıf gıda sayıldı. Kuzu, koyun ve av hayvanları tercih edildi. Ermeni, Rum balıkçıların sandal ve dalyanlarda tutup getirdiği balıkları Müslüman halk tüketse de komşuları kadar düşkün olmadı. Gökalp, “Bu nedenle balık isimlerinin neredeyse tamamı Latince, Rumca-Yunanca ve İtalyanca kökenli” diyor.
Saray mutfağına girdi
Zamanla balık saray mutfağına girdi. Misal, balık, balık yumurtası ve havyar, Fatih Sultan Mehmet ve diğer padişahların sevdiği lezzetler arasında yer aldı. Kofananın sadece yanaklarından haşlanarak yapılan salatası, Abdülhamit’in sofrasından eksik olmadı. Kılıç balığı ise İkinci Mahmut’un sevdiği balıktı. Hatta İkinci Abdülhamit’in maliye nazırlarından Kandillili Asaf Muhammet Efendi, daha sonra 1955’de verdiği bir mülakatta, Osmanlı Devleti’nin bir dönemine, ‘Lüfer Devri’ denilmesi gerektiğine dair bir tartışma bile başlattı.
Yunuslar kandiller için avlanmış
Gökalp kitabında yunus ve hamsi balıkları için ayrı bir başlık açıyor ve ‘denizin iki efsanesi’ diyor. Boğaz’da karşılaştığımızda yüzümüzü güldüren yunusların 80’lere kadar serbestçe öldürüldüğünü öğrenmek üzüyor. Balıkçıların, balıklarla (özellikle hamsi) beslenen rakipleri gördüğü yunuslar, 19 ve 20’nci yüzyıllarda Türkiye dahil 14 ülke tarafından kitleler halinde öldürüldü. O yıllarda sadece Karadeniz’de 6 milyon yunus katledildi. Karadeniz’de ayrıca yunus yağları, fitilli lambalarda kullanıldı.
Geçen yıl balık çıkmayınca, bazı balıkçıları yunusları sorumlu tuttu. Gökalp, “Balıkçılık tarihimizde belki de ilk kez 2021 sezonunun ortasında av yasağı geldi. Bir aylık yasak kalktı ama hamsi bollaşmadı. Kimi ölçüsüzce avlananları suçladı kimi de sıcak havaları. Ama ilk kez yunus avının tekrar serbest olması konuşuldu” diyor.
‘Deniz salgısı da boş balık tezgahları da bizim eserimiz‘
Ne oldu da balık çeşitliliği ve sayısı azaldı? Zemin hazırlayan faktörler çeşitli ve birbiriyle ilgili. Hepsi de insan eseri maalesef. Yarını umursamayan, aşırı ve endüstriyel avlanma, balık bolluğunu bitiren önemli etkenlerden biri. Ancak tek sebep değil…
Gökalp diğerlerini şöyle sıralıyor: “Marmara Denizi’nin çevresinde insan nüfusunun artması, bölgede kurulan sanayi tesislerinin atıklarını arıtmadan doğrudan denize vermesi, evsel suların düzgün bir işlemden geçirilmeden yıllarca Haliç’e, Boğaz’a ve Marmara’ya salınması, Karadeniz ve Marmara’ya akan nehir sularının tarımda kullanılan gübre ve ilaçlarla, evsel ve endüstriyel tesislerin atıklarıyla aşırı derecede kirletilmiş olması, Karadeniz’den Boğaz’a akan suların, Tuna, Dinyeper ve Dinyester gibi nehirlerin taşıdığı kirlilikle dolması, tankerlerin balast sularıyla gelen okyanus türlerinin Marmara, İstanbul Boğazı ve Karadeniz’deki endemik canlılar üzerinde baskı oluşturması ve belediyelerin şehir planlaması adı altında son dönemlerde genişleyen şehre yer açmak için kıyılar ve balık dahil tüm canlı türlerinin yaşadığı alanları tahrip etmesi.”
‘Twitter’da bir iki şey yazmakla görevimiz bitmiyor‘
Tüm kara tabloya rağmen, Gökalp’ın Marmara’nın kurtulması için umudu var. Kitapta yer verdiği su altı canlılarını hatırlatıyor: “Bu umudun kitabı aslında. İstanbul’un ve Marmara Denizi’nin etrafındaki insanlara gerçek zenginliğin ne olduğunu göstermeye çalışıyorum. Baksanıza bu kadar canlı hala burada, direniyor ve yaşıyor. Zararın neresinden dönersek kardır. Zaman kaybetmeden, doğru adımları attığımız andan itibaren deniz kendini onarır. Hükümete, belediyeye ve hepimize görev düşüyor. Çevremizde yaşayan canlıları öğrenmek, sıkıntılarını anlamak zorundayız. Çünkü onların sıkıntısı, aslında bizim sıkıntımız ve bunun farkında değiliz maalesef. Twitter’de bir iki şey yazmakla görevimiz bitti zannediyoruz ama bitmiyor.”
Marmara Denizi ölürse, göçler yaşanır
Nerede yaşarsak yaşayalım ekolojik sistemleri, habitatları korumamız gerekiyor. Bir yerdeki kirlilik ya da olumsuzluk, çok uzaklarda bile olsak hepimizi etkiliyor.
Gökalp, “Şehir yaşamına çok alıştık, bütün doğayı, ekosistemi bir market gibi görüyoruz. Oradan yemeğimizi, ürünümüzü, suyumuzu alacağız, barınak sağlayacak ve her şey yine şehre amade olacak… Bu yüksekten bakmak. Pandayı koruyalım, denizatını koruyalım, şu canlıyı, bu canlıyı koruyalım demekle ekosistem korunmuyor. Canlının içinde bulunduğu tüm sistemi, para konuşmadan korumak gerekiyor” diyor.
Marmara Denizi’ni salya konusuna girmeden konuşmak mümkün değil. Gökalp kitapta bu konuya ayrı bir bölüm ayırmış. Müsilaj (deniz salyası ya da kay kay) organik madde yükü nedeniyle aşırı şekilde çoğalan fitoplaktonların hücre içi öğelerini ortama salmasıyla oluşuyor. Salgıya, patojen bakteriler de dahil olmak üzere deniz bakterileri, virüsler ve diğer mikroorganizmalar katılınca deniz salyasına dönüşüyor. Bu yorgansı yapı, deniz diplerine deniz ışınlarının ulaşmasını etkilediği için canlıların ölümüne yol açıyor. Gökalp: “Marmara Denizi’nde pek çok canlıya habitat sağlayan mercanlar ve süngerler için ölümcül bir örtü. Marmara ekosisteminin yaşadığı bu katastrofik durumdan insanın etkilenmemesi olanaksız. Marmara Denizi ölürse, insan için yaşam alanı oluşturma özelliği ortadan kalkar. Göçler yaşanmaya başlar.”