BİLGEHAN UÇAK
@bilgehanucak
Latince ‘asker’ manasına gelen ‘militia’, bizim bugün ‘gönüllü asker’ diye tanımladığımız ‘milis’ kelimesinin de kökeni.
Nişanyan’ın sözlüğü, ‘milis’ teriminin ilk kez 1911’de Ali Seydi’nin ‘Müstamel Lügat-i Ecnebiye’sinde görüldüğünü yazıyor.
“Fransızca millice ‘yedek veya düzensiz askeri birlik’ sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük Latince militia ‘sivil halktan toplama asker’ sözcüğünden evrilmiştir.”
Demek, ‘milis’ dediğimiz ‘toplama askerin’, bir başka deyişle ‘asker olmayan askerin’ kökenini Fransa’da aramamız gerekiyor.
Bu da bizi Fransız Devrimi’ne götürecek.
1789’daki devrim aristokrasiye karşı yapıldı ama ordu da bu insanlardan oluşuyordu.
Aristokratlardan kaçabilen kaçtı, kaçamayan giyotine gitti.
Ama bu aynı zamanda orduda rütbeli subayların tamamına yakınının alaşağı edilmesi anlamına da geliyordu.
Sağa sola dağılan aristokratlar, aynı zamanda asker de olduklarından, devrim sonrası kaos içindeki Fransa’ya savaş açtılar.
Böylece, 1792’de Valmy Muharebesi’nin bir tarafında profesyonel eski usul aristokrat askerler vardı, karşılarında ise canını dişine takmış halk.
Halkı savaşmaya motive edecek -bugün kullandığımız karşılığıyla- ‘millet’ kavramı da böyle çıktı.
Kralları için savaşmıyorlardı, dinleri için de savaşmıyorlardı ama savunmaya değer gördükleri bir şey vardı.
Neye evrileceğini, hatta ne olduğunu dahi tam bilemiyorlardı belki ama canhıraş savundular.
Beklenmeyen bir zafer olan Valmy’yi iki sene sonra Fleurus takip etti.
Dünyadaki askerlik kavramı da değişti.
Artık herkesin askere alınması gerekiyordu.
‘Aristokrat askerlerden müteşekkil ordu’ sona ererken liyakat öne çıktı, işte Napolyon, 15 sene içinde tarih sahnesinin en büyük figürü olacak muhteris kumandan, bu ortamda varolabildi.
Eski düzen devam etseydi büyük olsalıkla Korsikalı sıradan bir asker olarak emekli olurdu.
Almanya bir hayli prenslik olarak yaşarken Napolyon saldırdı, yendi, irili ufaklı onlarca prensliği ortadan kaldırdı, adı hâlâ Almanya olmayan yer bir miktar merkezileşti.
Tabii her galip kumandan gibi düşman ordusuna tahdit koydu.
Prenslikler arasında ‘primus inter pares’ olan Prusya, bu sınırlandırmayı delmek için bir karar verdi.
İnsanları bir seneliğine askere alıyor, süre bitince terhis ediyor, sonra başkalarını, sonraki sene gene başkalarını…
Toplum içinde ‘sivil’ hayata karışan ‘askerlik’ eğitimi almış insanların sayısı yıldan yıla katlanmaya başladı.
Önemli mevkilere yükseldiler ve o kültür hem görünür hem de kendi kendini üretir oldu.
Valmy’yi sıradan insanlar kazandığına göre içten gelen disiplin mekanizması, çeşitli teorilerden falan önemliydi.
İnsana baktıklarında da ideal toplumu gördüler.
Tıpkı savaş meydanında tepeden orduyu izleyen komutan gibi bir ‘baş’ olmalıydı, ulak yerine emirleri iletecek ‘sinirler’ vardı, uyum içinde çalışan ‘kollar-bacaklar’ olmalıydı, her şey beyinden gelen komutlarla yerine getirilmeliydi…
Toplumu da böyle kurabilirlerse şayet, ‘ideale’ yaklaşmış olacaklardı ama bu hiçbir zaman bitmeyen bir süreç olacağı için mutlaka ‘yeterince asker’ olamayanlar çıkacaktı.
Zaten dinamizmi koruyabilmenin başka bir yolu da yoktur.
Militarizm, askeri, orduyu sevmekle ilgili değil, bir disiplin ve hiyerarşi toplumunda yaşamak, kastlaşmış bir asker sınıfının yaratılması ve insanların bir gözünün sürekli orada olması demek.
Yani, askeri değerleri toplumsal değerler skalasının en üstüne yerleştirmek ve asker olmayanların da bu değerleri yaşamasını, benimsemesini istemek.
Tabii daha ‘erkek’, daha ‘ataerkil’, daha ‘otoriter’ bir sistemden bahsediyoruz.
Hep bir teyakkuz hali gerektiriyor, sürekli bir saldırı var, düşmanlar, içerde hainler, beşinci kol faaliyeti yürütenler, bölücüler, teröristler, yağmacılar…
Volker Kutscher’in ‘Goldstein’ adlı romanı 1931 Berlini’nde geçiyor.
Naziler artık her yerdeler, ‘zamanın ruhu’ akıntısını bulmuş tomruk gibi sürüklüyor onları, gizlenmiyorlar, günden güne güçleniyor, nüfuzlarını artırıyorlar.
Gene de çoğunluk değiller ama onlara münferiden karşı koymak da mümkün değil.
Nazi döneminde geçen polisiyelerde gerçek bir polis şefi olan Ernst Gennat’a yer verilir, benim okuduğum seride ciddi bir yeri var Gennat’ın.
Mesela, Kutscher, 1931’de şöyle söyletmiş Gennat’a: “Suç işleyebileceklerine inandığımız için insanları hapse atamayız. Prusya’da sadece bir suç işlediği kanıtlanan ve mahkemelerce çarptırıldığı ceza kesinleşenler hapsedilir. Başka kimse hapsedilemez! Tedbiren tutukluluk diye bir şey yok ve olmaması da iyi.”
Devam ediyor: “Aksi halde bunun kötüye kullanılmasının ve keyfi tutuklamaların önü açılır çünkü. Bir hukuk devletinde yaşıyoruz…”
1931 Almanyası bugünden geriye bakınca pek de bir ‘hukuk devleti’ gibi gözükmüyor ama o gün etrafa baktığımızda da gerçek manada bir ‘hukuk devleti’ göremiyoruz.
Mussolini’den Franco’ya, her toplum kendi faşist diktatörünü iyice yükseltmeye çalışmakla meşgul.
Bu romanda dikkatimi çeken esas sahne bu değil, metroya giren bir Yahudi’ye sataşan, korkan Yahudi’yi dışarda kovalayan bir küçük çete var.
İtip kalktıkları ihtiyar adam, ‘şefin’ üstüne düşünce özür dilemesini istediler.
Sadece aşağılıyorlar, adamın gururunu kırmak için musallat oluyorlardı.
En ufak bir ters sözün, karşı koyuşun korkunç bir linç demek olacağını biliyordu o Yahudi.
Belki ölecekti orada, belki ölmekten beter şeyler yaşayacaktı.
Ama en korkuncu insanların sessizliği bence, hiçbir şey yokmuş gibi herkesin hayatına devam etmesi, metroya binmeleri, eve gitmeleri, alışveriş yapmaları…
Oysa, gözlerinin önünde ‘milisler’ sürekli birilerine saldırıyorlar.
Ve, bütün bunlar herkesin önünde yaşanıyor, gizlenmeden, saklanmadan, bütün gücünü pervasızlığından alarak.
Farklı düşünenlere, farklı giyinenlere, farklı kutsalları olanlara saldıran ‘milisler’ ile doluydu Berlin, otuzlar boyunca, kırkların ortasına kadar.
Devletin yol verdiği ‘milisler’ ile tek tek kimse savaşamaz, orası kesin.
Ama işte Valmy orada duruyor, eğer biraraya gelinebilirse o zaman tarihi başka türlü yazmak da mümkün.
O gün metrodakilerden birkaçı destek verseydi, o adamın başına bunlar gelmeyecekti.
Ama sonra o insanları kim koruyacak?
Basın yoksa ortada, hukuk kalmadıysa, hepsi Nazilerin elinde birer araç olduysa insanlar nasıl direnecek?
Otuzların Berlin’i Allah’ın belası bir yer.
Keşke sadece orada kalsa…