
H. AYHAN TİNİN
Sanat da var / Müzik-Konser
insanatinart@gmail.com
Son yaz akşamlarından biri.
Gümüşlük kumsalında dalgalar bile sesini çıkartmaya ürküyor.
Jazz Cafe’nin denize bakan sahnesinde iki usta; Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu… Birlikte konser vermiyor; sözlerini sazlarıyla eğliyorlar.
Sahilde yürüyenler, Hera Restaurant’ın masalarında yemek yiyenler, karanlıkta uçan martılar, çıt çıkartmadan, bir saygı duruşunda dinliyorlar.

Erkan Oğur deyince… Sesi arayan adam!
Halk ozanlarının, blues ustalarının, jazz virtüözlerinin, bilinmedik Anadolu türkülerinin kadim dostu.
Fizik – Kimya mühendisliği okurken, yüzünü ilkokuldan bu yana gönül verdiği müziğe çeviren ‘hoca’nın çalmadığı telli müzik aleti olmadığı gibi bir de kendi icat ettikleri var.
Aşık Veysel ile büyüyen, Jimi Hendrix ile olgunlaşan Erkan Oğur, sesi ararken kendi icat ettiği perdesiz gitarında çeyrek tonları buluyor. Sonra kopuzun büyüğü ‘Oğur Sazı’ adını verdiği altı telli bir sazı sesler alemine hediye ediyor.
Ve insan olmanın hüznünü, her konserinde iyiden iyiye yaşatıyor dinleyenlerine.
Erkan Oğur’un müziğinde yalnızca notalar yok.
Anadolu hümanizmi var.
Sufi bilgeliğinin sesleri var.
Antik Yunan’dan bugüne erdem anlayışının kökleri var.
O nedenle gündüzleri sahilde yürürken; yüzüne iki boy büyük gelen güneş gözlükleriyle kendini gizlemiyor. Domateslerini çapalamaktan dönen yaşlı ve bilge bir amca gibi, gülümseyerek ve selam vererek dolaşıyor insanlar arasında… ‘hoca’ ve ‘usta’ olmanın kazandırdığı en büyük erdemin, mütevazılık olduğunu bilen her insanoğlu gibi…
Bütün dünyada saygınlığa çoktan ulaştığı halde, ülkemizde geniş kitlelere (1996) Eşkiya filminin müzikleriyle ulaşıyor Erkan Oğur.
Sonrasında albümleri ve deneysel çalışmalarıyla popülerlik batağına ya da ‘ben var ya ben’ egoizmine düşmeden çalışmalarını sürdürüyor.
Bu yaz sonu konserini izlerken gözyaşlarımızı tutamıyoruz.
Hayır, dışımıza değil. İçe dökülüyor gözyaşlarımız…
Ve o anda içimizde büyüyen yediveren güllerini, kardelenleri besliyor bu hüzün…
Belki de şairin dediği gibi “Hüzün ki en çok yakışandır bize / Belki de en çok anladığımız…”
İstanbul Devlet Konservatuarı Müzik Teorisi bölümü mezunu olan Erkan Oğur yalnızca sanatçı olmasıyla değil, yaşama karşı duruşuyla da kendine özgü sağlam bir felsefeye sahip.
Bilimin ve sanatın hayatında nasıl yan yana geldiğini sayısı sınırlı röportajlarında yine onun ağzından öğreniyoruz: “Ortaokulu bitirdiğimde organik kimyayı da divan edebiyatını da biliyordum.”
Sınavların değil, gerçek bir eğitimin insan yetiştirdiğinin en görkemli örneklerinden biri…
Böylelikle kimi zaman gündelik ucuz siyasetin ayrımcılığıyla kimi zaman da popüler kültürün yok saymasıyla karşılaşsa da konserinde gördüğümüz gibi annesinin kucağında uyuyan bir kız çocuğu da, gençlerin kollarında gelip sandalyeye güçlükle oturan yaşlı bir amca da aynı saygı ve huzurla dinliyor büyük ustayı…
Müziğin çığrışmaktan farklı olduğunu sazı ve sözüyle, izleyenleri yormadan ilmek ilmek anlatıyor.
Konser sırasında masamızdan peçete alan bir hanımefendi, istek yazmak için kalem istiyor. Yanımdaki dostuma, “Siz tanıyorsunuz sanırım, bu türküyü çalmasını ister misiniz” diyor. Kendisine yakışan bir yanıt veriyor dostum: “Tanıyorum, o nedenle asla böyle bir saygısızlık yapmam.”
Hanımefendi meseleyi tam anlamasa da, talebinin karşılanmayacağını anladığından ötesiyle pek ilgilenmeden, yürüyüp gidiyor.
Son yılların popüler deyimiyle ‘sahnesi güzel değil’ Erkan Oğur’un. O da bunu şöyle açıklıyor zaten: “Bir gün şarkılar biterse, iki kelam ederiz.”
Bugün artık bulması çok zor ‘çekirdek sanat evi albümleri’, çıktığı Avrupa’da en yaratıcı albüm seçilen Fretless, Gülün Kokusu Vardı, Hiç, Bir Ömürlük Misafir, Anadolu Beşik, Fuad albümleri ve bu yılın eylül – ekim aylarına dağılmış birçok konseriyle Erkan Oğur bizleri uzak ve huzurlu bir yıldıza davet ediyor.
Dinlemeyi ve izlemeyi ertelemeyin.
Erkan Oğur’un müziğini değerlendirmek haddimiz değil.
Bizi kendisinden mahrum etmediği için şükranlarımızı sunuyor, daha çok konser, daha çok albüm bekliyoruz o kadar; arz-ı halimiz böylecedir.