Dr. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
6 Şubat’ta meydana gelen ve ‘asrın felaketi’ olarak tanımlanan, Kahramanmaraş merkezli depremin ardından neredeyse iki hafta geçti. Arama kurtarma çalışmaları halen devam ediyor, daha fazla mucizeye şahit olmak istiyoruz.
Bir yandan da gün geçtikçe yaşadığımız felaketin boyutlarını daha iyi anlıyor, tüm kayıplarımız için yoğun acı hissediyoruz. Acı duygusuna öfke, korku ve kaygı eşlik ediyor. Hayatta ve sağlıklı olanlarımız, günlük rutine dönmeye dair suçluluk hissediyoruz. Haberleri takip ederken başkaları adına utanıyoruz. Yani, içinden geçtiğimiz olağandışı bu süreçte karmakarışık olsa da olağan duygular hissediyoruz.
Her konuşan işin uzmanı değil!
Medyada depremle ilgili programlar yapılıyor, konunun uzmanları bilgi ve deneyimlerini aktarırken -ne yazık ki- hem medyada hem sosyal medyada çok yetkin olmasa da kendini gösterme telaşına düşüp krizi fırsata çevirmeye çalışan insanlar da göze çarpıyor. Bazıları birçok konuda bilgi sahibi olabilir ama bir konuda uzmanlaşmış olanlar kadar bilgi ve deneyim sahibi olamazlar. Bu sebeple -kendi mesleki etik anlayışım açısından- özellikle de böyle hassas dönemlerde, medyada işin asıl uzmanlarının çıkıp konuşması gerektiğini düşünüyorum.
Geçen hafta, deprem sonrası yaşanan psikolojik süreçlerle ilgili konuşmam için farklı tv programlarına davet edildim. Medya mensupları sağolsun mesleki bilgi ve deneyimime güvenip bu konuda konuşmam için beni davet etme nezaketini gösterdi. Daha önce hem yurt içinde hem yurt dışında farklı afet bölgelerinde gönüllü olarak çalıştım. Ancak özellikle bu alanda uzmanlaşmış, uzun yıllar sahada aktif olarak çalışmış kişiler kadar deneyim sahibi değilim. Bu sebeple bana gelen televizyon programı davetlerini nazikçe geri çevirip programdan sorumlu olanlara bu alanda uzman olduğuna inandığım hocaların isimlerini verdim. Yapılması gereken budur. Bir insan mesleği dahilinde birçok alanda bilgi sahibi olsa bile bu onu her konuda uzman yapmaz (Mesleği olmadığı halde, diğer bir meslek alanı hakkında konuşmayı kendinde hak gören insanlardan bahsetmiyorum bile ki onlardan da bolca var).
Bir alanda uzman olduğunu iddia edip ortaya bilimsel verilere dayanmayan bilgiler yayan insanlara karşı dikkatli olmalıyız. İnsanlar kendi sınırlarını bilmeyebilir ama biz ağızdan çıkan her sözü olduğu gibi alıp ona inanmadan önce sorgulamayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Aslında bunu hayatımızın her alanında, günlük rutinimizde de yapmalıyız. Böylece, kandırılma veya istismar edilme olasılığımız da azalır.
Bağ kurmak iyileştirir
Ben aktif bir Twitter kullanıcısı değilim. Twitter’ı genelde haber takip etmek için kullanıyorum. Yalnız, geçen pazar akşamı -böyle bir felaketin ardından, tüm olup bitenin bana hissettirdiği hüzünle- 1999 depreminde yaşadıklarımı tekrar anımsadım ve içten, samimi bir tweet paylaştım: “99 depreminde bölgede enkazdan çıktım. 19 yaşındaydım. Birçok yakınımı kaybetmiştim. Yaklaşık 1,5 ay sonra okul açıldı. Öğrencisi olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde akranlarımla olmak bana güç vermişti. Bağ kurmak iyileştirir. Okul sadece ders görülen bina değildir.” Altında paylaştığım diğer tweetlerde de özetle böyle zamanlarda güvenlik ve barınma ihtiyacı karşılandıktan sonra, insanların ihtiyaçlarına göre -eğer koşullar el verirse- hem uzaktan hem kampüste eğitim seçeneklerinin sunulması yönünde planlama yapılmasının yerinde olacağını yazdım.
Uzaktan eğitime karşı değilim. Bugün dünyada University of Edinburgh dahil dünyanın en iyi üniversitelerinde -her bölüm için olmasa bile- birçok bölüm için ve birçok farklı alanda uzaktan eğitim imkânı sunuluyor. Uygulamalı dersleri olan bazı bölümler için de hibrit eğitim seçenekleri var. Eğer sistemi iyi kurarsanız ve okuduğunuz bölüm buna elverişliyse belli bir yaş üzeri için uzaktan eğitim işlevsiz değil. En azından ‘öğretim‘den geri kalınmaması adına -bazı bölümler veya bazı dersler için- uygulanabilir.
Uzaktan eğitim süreci için, “Çocuklar sınavlarda kopya çekiyor” deniyor. Bizim öğrencimizin çoğu -sistemdeki problemlerden kaynaklı- öğrenme değil, yüksek not alma odaklı. Yurt dışında da eğitim görmüş biri olarak şunu söylemeden geçemeyeceğim; yurt dışında öğrencilerin çoğunun aklına kopya çekmek gelmiyor bile. Bunun en temel sebebi, öğrenme odaklı olmaları ve sınavları kendilerini ölçmek için bir araç olarak görmeleri. Yani dünyanın her yerinde öğrenciler -sanıldığı gibi- uzaktan eğitimde kopya çekmiyor. Eğitim sistemindeki yüksek not alma kaygısı, öğrenme isteğiyle değiştirilebilirse eğer, bizim toplumumuzda da kopya çekme kavramı tamamen rafa kaldırılır. Tabii ki istisnalar olacaktır ama uzaktan eğitim lafı geçtiği her durumda, en azından kopya problemi gündeme gelmez. Özetle, sistem iyi kurulursa uzaktan eğitim derslerin işlenişi açısından- her ders ve her bölüm için olmasa da- etkisizdir diyemeyiz.
Özellikle deprem sonrası, herkesin duygusal ihtiyacı çok farklı olabiliyor. 1999 depremzedesi olarak, kendi adıma okula gidip akranlarımla birlikte olmak iyileşmemde bana çok destek olmuştu. Kampüsler, hem akranlarla hem de öğretmenlerle bağ kurulan yerlerdir. Yani, okul sadece ders öğretilen bir bina değildir.
1999 depreminde ailesini bırakıp okula gitmek istemeyen, okula ara veren de birçok kişi oldu. Korku ve kaygı o kadar büyük ki verilen bu tepki de olağan. Bu sebeple de -ihtiyaca yönelik- hem uzaktan hem kampüs içi eğitim seçeneklerinin hem öğrencilere hem öğretmenlere sunulması ve ayrıca öğrencilere dönem dondurma hakkının verilmesi üzerinde konuşulması bence çok yerinde olur (Ben eğitim bilimci değilim. Bu düşüncelerimi hem kendi deneyimlerime hem de dinlediğim depremzedelerin deneyimlerine dayanarak yazıyorum, bunun altını çizmek isterim).
Tabii hem kampüs içi hem uzaktan eğitimin aynı anda yapılıyor olması, hocalarımız dahil olmak üzere birçok kişiyi ayrı zorlayacaktır. Bunu da göz ardı edemeyiz. Dünyada benzer örnekleri olan sistemler incelenebilir ve böylece hocalarımızın motivasyonlarını kırmamış oluruz. Depremzedeler başta olmak üzere hepimiz zor bir süreçten geçiyoruz ve hepimiz bir şekilde fedakârlık yapmak durumunda kalacağız. Önemli olan farklı mağduriyetler yaratmamak.
Maruz kaldığım psikolojik şiddete inanamadım
Geçen pazar günü yazdığım ilk tweet- devamında yazdığım tweetler göz ardı edilerek- bir anda viral oldu. Sanki bir konuda bir iddia ortaya atmış ve “Böyle olmalı!” diye ısrar etmişim gibi yaklaşıldı. Ben uzmanlık alanım olmayan hiçbir alanda bir iddia ortaya atmam. Haddimi bilirim. Vatandaş olarak yeri geldiğinde, objektif olarak kendi düşüncelerimi paylaşırım. Tüm içtenliğimle paylaştığım tweette asıl vurgulamak istediğim, özellikle böyle dönemlerde duygusal ihtiyaçların farklılık gösterdiğiydi. Ama asıl altını çizmek istediğim bağ kurmanın iyileştirici gücüydü. Yoksa eğitim kampüste olmalı ya da uzaktan olmalı diye bir iddiada bulunmadım ki kişisel düşüncem -yukarıda da belirtmiş olduğum gibi- mümkünse her ikisinin de sağlanabilmesi. Ayrıca, tweet içeriğinden cımbızla kelimeler seçilip bambaşka yerlere çekildi.
Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğumu yazmış olmam bile bazıları için problem oldu. Üniversite yurtlarına ihtiyaç üzerinden sözel saldırılara uğradım. 99 depreminin bu depremle kıyaslanamayacağı üzerinden hakarete maruz kaldım. Evet bu son yaşadığımız deprem çok sayıda ilimizi etkiledi ama kayıp acısının büyüğü küçüğü olmaz. O dönemde de birçoğumuz sevdiklerimizi kaybettik. Evsiz ve işsiz kaldık. Ayrıca, ben zaten tweetimin devamında; “Güvenlik ve barınma gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra” diyerek özellikle belirtmiştim insanımızın öncelikli ihtiyaçlarının farkında olduğumu. Bana yazılanlara, maruz kaldığım psikolojik şiddete inanamadım. Ben sadece 99 depremzedesi olarak, bağ kurmanın iyileştirici gücünün altını çizmek istedim. Kampüslerin aynı zamanda bağ kurulan yerler olduğunu da hatırlatayım dedim. Hepsi bu!
Tüm pandemi sürecinde -kamu spotu içerikleri dahil- yaşadığımız zorlu süreci iletişimde kalarak birbirimize destek olarak atlatacağız denilmedi mi? Sonuçta yine travmatik bir süreçten geçiyoruz ve bağ kurmaya, iletişimde kalmaya ve izole olmamaya ihtiyacımız var. Dolayısıyla, bağ kurmanın iyileştirici gücünü azımsayamayız.
Öfke nesnesi haline gelmek
Yazdığım bu tweet yüzünden bir kesim tarafından takdir edilirken, yukarıda da belirttiğim gibi bir kesim tarafından da çokça hakarete maruz kaldım. Yani, ne kadar kaçınsam da sonunda ben de sosyal medya didişmelerine malzeme oldum. Genellikle toplumsal travmalar bireysel travmaları ve altta yatan psikolojik problemleri tetikler. Dolayısıyla, ışık hızıyla öfke nesnesi yapılmış olmamı da anlayabiliyorum.
Herhangi bir afet, felaketle karşı karşıya kalmadığımız zamanlarda da öfke topu halinde yaşayan ve başkalarının üzerine çığ gibi yuvarlanan bir kitle var. Farklı sebeplerden dolayı öfkeyi kendisine yoldaş yapmış insanlarla her daim karşılaşma olasılığının varlığını da göz ardı etmeyelim. Yani bir sebepten dolayı muhatabına yöneltilmeyen öfkenin hedef tahtası haline gelmeniz her zaman mümkün.
Rutinde, zaman zaman televizyon programlarına konuk olarak giderim. Böyle zamanlarda özellikle sosyal medyada, bir kesim tarafından psikolojik şiddete maruz kaldığım olur. Genelde dış görünüşüm hedef alınarak uygulanan psikolojik şiddete çok yabancı değilim. Son bir hafta içinde psikolojik şiddeti farklı şekillerde alıp doz aşımına uğrayınca şunu daha iyi anladım: İnsanların bir kısmı yazdığınızı tam okumuyor, söylediğinizi tam dinlemiyor, varsayımlar üzerinden sizi konumlandırıyor. Siyah ve beyazlarda gidip grilerde kalmakta zorlanıyorlar. Hatta, önyargıları bir kesimin gözünü tamamen karartmış durumda. Tabii ki bu tutum ve davranışların altında farklı psikopatolojiler var (Ya da özellikle provokasyon amaçlı çalışıyorlar farklı sebeplerden dolayı ki bu konu benim alanım dışında kalıyor). Öfkeyi test eden, sınırları zorlayan bu insanlar aslında öfkeyi kullanarak ilgi çekmek istiyor. Genellikle öfkeyle ilgi çekmeye çalışanlara duyarsız kalınması gerektiği söylenir ama ben duyarsız kalmanın da -özellikle sosyal medyada- bazen şiddetin dozunu artırdığını düşünüyorum.
Sosyal medyada sizi psikopatolojisine ya da provokatif emellerine alet etmiş birisine öfke hissetmeniz gayet doğal. Yalnız ne kadar öfkelenirseniz öfkelenin -en başta kendiniz için- öfke içeren mesajlarla karşılık vermeyin. Bunu yapmak kolay değil, haklısınız. Öte taraftan, özellikle de bu dönemde sevgiye, şefkate, anlayışa ve birlik olmaya ihtiyacımız var. O insana öfkeyle cevap vermek yerine olabildiğince sakin ve şefkatle cevap vermeye çalışın. Psikolojik şiddete psikolojik şiddetle karşılık vermek, karşınızdakinin kurduğu tuzağa düşmenize sebep olur. Sizin öfkenizi artırır. Öfkeyi yönetmenin en etkili yöntemlerinden biri, öfkeli hissettiğinin farkına varmak, duyguyu bastırmamak ama içinizden gelenin tam aksi yönünde davranmaktır. Örneğin, öfkeliyken saldırmak veya bağırmak yerine sakin bir ses tonuyla konuşmaya çalışmak -özellikle orta vadede- öfkenizi yönetmenizi kolaylaştırır. Tabii sessiz kalmayı da seçebilirsiniz. Yani öfke hissettiğiniz an saldırmak yerine ortamı terk etmeyi tercih edebilirsiniz.
Geçen hafta bana yöneltilen hakaretlerin -yakalayabildiğim kadarına- sakince ve sevgiyle yaklaşmayı denedim.
Bazı kişiler, bu tutumum karşısında tavırlarını değiştirip daha saygılı bir üslup takındı. Benden karşılık olarak hakaret beklediklerini ve verdiğim tepkiye şaşırdıklarını söylediler. Sonuç olarak uzlaşmayı başarabildik.
Bazı kişiler ise onlarla didişmeye girmeyip iyi niyetli yaklaşımım karşısında yanıtsız kaldı. İstedikleri öfkeyi onlara vermediğim için, yeni bir öfke nesnesi aramaya geçmiş olabilirler o an.
Bazılarıysa anlayışla yaklaşmama rağmen, sınırlarımı zorlamaya devam etti. Ben sakince, şefkatten güç almaya devam edip çizgimi bozmadım, onlar sosyal medyada beni engellemeyi seçti. Sanırım anlaşmaya, uzlaşmaya varmak istemediler. Belki de sevginin, şefkatin, anlayışın varlığı onları kendi hissettikleri boşluk ve hiçlikle yüzleştirdi. Bana daha da öfkelendiler ve pasif agresif defansa geçip engelleme yöntemine başvurdular.
Ne yapmalıyız?
Sevgili Engin Geçtan hocanın bir lafı vardır; “Hepimizin travmaları var; önemli olan onlarla ne yaptığımız…”
Travmatik bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçte birçoğumuzun derinlerde yatan psikolojik problemleri ortaya çıkabilir. Bu ihtimalin farkında olalım ve bu farkındalık doğrultusunda destek almaya çalışalım. Birbirimizle didişmek yerine, enerjimizi depremzedelere yardımcı olmak, onların yanında olmak, yani birbirimize destek olmak için kullanalım. Bizi kışkırtmaya çalışanların estirdiği öfke rüzgarlarına kapılmayalım. Sevgi ve şefkat kartı hep elimizde olsun, yeri geldiğinde onu çıkartıp önlerine koyalım. Yazılanları iyice okuyup doğru anlamaya çalışıp üzerinde düşünelim. Tepki vermeden önce kendi önyargılarımızı gözden geçirelim ve sakin kalmaya çalışalım. Her duyduğumuza inanmayalım. Bilgiyi güvenilir kaynaklardan takip edelim.
Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu dönemde, ayrıştırmak isteyenlerin tuzağına düşmeyelim. Altta yatan sebep her ne olursa olsun, öfke ve nefret nesnesi haline getirilsek bile duruşumuzu bozmayalım. Biz dik yürüyelim, eğilmesi gerekenler zamanı gelince elbette eğilecektir. Bunu da didişerek değil, önümüze bakarak ve umudumuzu kaybetmeyerek gerçekleştirebiliriz. Farklı görüşlerde olmak demek ülkemizi ve insanımızı sevmediğimiz anlamına gelmiyor. Lütfen bağ kurmanın iyileştirici gücü altında buluşalım.
Hepimize tekrar geçmiş olsun!