
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Bir ülke düşünün; adaletin tabelası var ama kendisi yok. Mahkemeler açık ama kararlar çoktan kapalı kapılar ardında verilmiş. İnsanlar sabah uyanır uyanmaz sosyal medya üzerinden endişelerini kontrol ediyor. Gündem o kadar hızlı değişiyor ki dünkü haksızlık bugünkü unutuşa kurban gidiyor. Hafıza yorgun, vicdan suskun ya da suskunluğa mahkum.
Bir ülke düşünün; hukuk güçlünün kalkanı, güçsüzün tuzağı haline gelmiş. Sokakta yürüyen herkesin içinde ‘Ya başıma bir şey gelirse‘ korkusu var. O yüzden kimse sesini yükseltmiyor. Herkes her şeyi görüyor ama görmemiş gibi yapıyor. Konuşmak cesaretten öte bir risk. Sessizlik bir tercih değil, hayatta kalma stratejisi.
“İnsan, adaletle var olur” der Aristoteles. Adaletin olmadığı yerde, sadece kurumlar değil, insanların ruhu da çöker. Ve bir noktadan sonra, bu sadece bir yönetim sorunu olmaktan çıkar, bir toplumun ruh sağlığının çöküşüne dönüşür; çünkü adaletsizliğe maruz kalmak ya da adaletsizliği eli kolu bağlı izlemek travmatik bir deneyimdir.
Travma nedir?
Travma -özetle- bireyin fiziksel ya da psikolojik bütünlüğünü tehdit eden bir olay karşısında yaşadığı sarsıntıdır. Ancak bu sarsıntı, yalnızca olayın kendisinden değil, bireyin olay üzerindeki kontrolünü yitirmesinden doğar. Psikiyatr Judith Herman travmayı, ‘kişinin çaresiz kaldığı, anlam dünyasının parçalandığı bir deneyim’ olarak tanımlar.
Travma yalnızca savaş, şiddet ya da doğal afetle gelmez. Bazen bir toplumda adaletin çöktüğü, kuralların keyfîleştiği, hukukun siyasetin uzantısı hâline geldiği bir ortam da benzer ölçüde sarsıcı olabilir. Çünkü insanın ruhu, adalet kadar narindir. Ve adalet sarsıldığında zihinler de çöker.
Toplumsal travma nedir?
Toplumsal travma, belirli bir kesimin değil, toplumun büyük çoğunluğunun ortak bir tehdit ve kayıp hissi yaşamasıdır. Bu bir felaket, darbe, sistematik adaletsizlik ya da uzun süreli kaotik bir ortam olabilir. Kai Erikson, travmanın bireysel değil toplumsal düzeyde de gerçekleşebileceğini vurgulamış ve buna ‘kolektif travma’ adını vermiştir.
Toplumsal travmalar, sadece geçmişte yaşanmaz. Uzun süreli baskı, öngörülemezlik ve güvensizlik ortamı, travmanın kendisini gündelik hayatın içine sızmış bir sis bulutu gibi yerleştirir. Travma artık bir olay değil, bir iklim olur.
Bireysel travmalar tetiklenir
Psikolog Bronfenbrenner’in Ekolojik Sistem Kuramı’na göre birey, içinde yaşadığı toplumsal ve politik sistemlerden doğrudan etkilenir. Eğer dış çevre belirsizlik, korku ve kaos içindeyse bireyin içsel kaynakları da zayıflar. Ayrıca, toplumsal travmalar, bireysel travmaların alevlenmesine sebep olur. Kişi, çocukluğundan taşıdığı kırılganlıklarla baş etmeye çalışırken sistemin adaletsizliği bu yaralara tuz basar. İhmalkar ya da karmaşık mesajlar veren bir ebeveynin bir çocuğa kendini değersiz, yetersiz hissettirmesi gibi sistem de vatandaşına kendini değersiz, yetersiz hissettirebilir. Böyle bir sistemin içinde vatandaş güven duygusunu kaybeder ve kendini her an tehdit altında hisseder.
Örneğin liyakatsizlik yüzünden işsiz kalmış bir genç, yalnızca maddi değil, varoluşsal bir tehdit yaşar. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ne göre güvenlik ihtiyacı karşılanmazsa birey daha üst düzey ihtiyaçlara -aidiyet, başarı, anlam- yönelemez. Bu da geleceksizlik hissini besler. Ve toplumun ruhuna sessiz bir umutsuzluk siner.
Tutarsız liderlik, keyfî hukuk
Bir ülkede yöneticiler tutarsız konuşuyor, hukuki kararlar siyasal rüzgâra göre şekil değiştiriyorsa insanlar kendi hayatları üzerinde hiçbir kontrol hissi taşıyamaz. Psikanalist Donald Winnicott, sağlıklı gelişimin temelini ‘tutarlı çevre’ olarak tanımlar. Aksi hâlde bireyde kronik kaygı ve güven bozukluğu gelişir.
Hukukun keyfîliği, bireyin içsel tutarlılığını da bozar. Ne zaman, neyin suç sayılacağını bilemeyen bir toplum, sadece hukuki güvenceden değil, gerçeklik hissinden de uzaklaşır. Bu ortamda birey, kendisini devletin yurttaşı gibi değil, devletin keyfine terk edilmiş bir nesne gibi hissetmeye başlar.
Kaotik gündemin etkileri
Bir toplumda gündem sürekli değişiyorsa, sabah başka bir kriz, akşam başka bir olağanüstülük yaşanıyorsa, yalnızca dikkat dağınıklığı yaratmaz bu; sinir sistemine zarar verir. Nörobilimci Daniel Levitin, ‘The Organized Mind’ adlı çalışmasında, sürekli kriz ortamının beynin karar alma, analiz yapma ve hafıza merkezlerini etkilediğini ortaya koyar.
Bu koşullarda yaşayan birey, sürekli ‘hayatta kalma kipi’nde olur. Uyku bozulur, kaslar gerilir, sindirim yavaşlar. Yani yalnızca zihin değil, beden de sürekli alarm hâlindedir. Psikoloji literatüründe bu duruma ‘kronik hiperarousal’ denir.
Duyarsızlaşma: Ruhun donması
Sürekli kötü haber duyan, sürekli tehdit hissiyle yaşayan birey bir noktadan sonra duyarsızlaşır. Bu, travmanın en tehlikeli savunma biçimidir. Bessel van der Kolk’a göre kişi artık ne hissettiğini bile bilemez. Acıya tepki vermemek, acının geçmediğini değil, hissedilmediğini gösterir.
George Orwell’in ‘1984’ünde geçen ‘Savaş barıştır’ gibi çelişkili sloganlar, bireyin gerçeklik algısını kırmak için kullanılır. Böyle toplumlarda insanlar artık yargı kararlarının neyi baz alarak verildiğini, polisin koruyan kollayan mı yoksa saldıran, cinsel taciz üzerinden işkence eden mi olduğunu, haberlerin doğru mu yoksa dezenformasyon mu olduğunu seçemez hale gelir. Duyarsızlaşma, adaletsizliğin yayılmasını kolaylaştıran en güçlü psikolojik mekanizmadır.
Öğrenilmiş çaresizlik
Martin Seligman, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ teorisini 1967’de geliştirdi. Deneylerinde, defalarca kaçmaya çalışıp başarısız olan hayvanların, artık açık bir kapı bırakıldığında bile kaçmadığını gözlemledi. Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Eğer bir toplum sürekli haksızlığa uğruyor ve her itirazı sonuçsuz kalıyorsa insanlar yavaş yavaş hak aramaktan vazgeçer.
Gözaltına alınanları savunmazlar. Görevden alınanları görmezden gelirler. Kendi başlarına gelene kadar, sistemin doğasını sorgulamazlar. Bu, baskının en etkili biçimidir: Korku değil, çaresizlik üretmek.
“Yarın öbür gün bu da unutulur. Sesimi çıkarmayım, geleceğimi kaybetmeyim” kolektif replik haline gelir. Oysa, adaletsizliğe karşı durmak geleceği kaybetmek değil, onu geri alma cesaretidir.
Peki ya gelecek?
Toplumlar tıpkı bireyler gibi, kronik mutsuzlukla yaşayamaz. Uzun süreli kaygı, korku, adaletsizlik ve belirsizlik içinde yaşayan bireyler yalnızca psikolojik olarak tükenmez; aynı zamanda siyasal kararlarını da bu duygular üzerinden verir. Kolektif mutsuzluk, sadece ruh sağlığını değil, demokrasiyi, yönetişimi ve toplumsal ilerlemeyi de felce uğratır.
Bir ülke mutsuzsa sağlıklı düşünemez. Bireyler siyasi kararlarını umutla değil, öfkeyle verir. Katılım azalır, sandık terk edilir ya da radikal arayışlara yönelim başlar. Siyaset, çözüm aramak yerine düşman yaratma yarışına dönüşür. Popülizm yükselir. Uzun vadeli planlamaların yerini anlık hamleler, bilim ve bilgi yerine manipülasyon alır.
Ekonomik gelişim de durur. Psikolojik olarak güvensiz hisseden birey yatırım yapmaz, üretime yönelmez, risk almaz. Gençler umutlarını başka ülkelere taşır, beyin göçü artar. Toplumun enerjisi içe kapanır. Üretkenlik yerine tüketim, bilim yerine dogma, merak yerine korku gelişir.
Bu konuda tarihten örnekler verecek olursak:
• Sovyetler Birliği’nin çöküşü, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküştü. Yıllar süren baskı, yalanlar ve keyfî yönetim, halkta geniş bir duygusal tükenme yarattı. Sistem hâlâ ayakta görünürken bile insanlar ona inancını çoktan yitirmişti.
• 1970’lerde Arjantin, askeri cunta döneminde yalnızca on binlerce kayıp değil, sessizliğe gömülmüş bir halk bıraktı geriye. Bu suskunluk, demokrasiye geçişten sonra bile ülkenin siyasal sistemine güveni sarsmış, hâlâ onarılamamış duygusal bir miras yaratmıştır.
• Doğu Almanya’da yıllarca süren gözetim rejimi, sadece siyasi değil, ahlaki çöküntü yarattı. İnsanlar devletin değil, birbirinin gölgesinden korkar hale geldi. Bu yabancılaşma, ülke birleşse de zihinlerdeki duvarların uzun yıllar ayakta kalmasına neden oldu.
İyileşmek için
Bir toplumda adalet yoksa insanlar sadece hakkını değil, kendini de kaybeder. Travma, bastırıldıkça büyür; duyarsızlık yayılır, çaresizlik sıradanlaşır. Ama bu son olmak zorunda değil.
Çünkü travmanın adı konursa -yani yaşanan acı inkâr edilmeden kabul edilirse- iyileşme başlar. Hafıza geri döner, vicdan uyanır, sessizlik çözülür. Adalet sadece mahkemelerde değil, insanların iç dünyasında da yeniden kurulabilir.
Unutmayalım ki hukuk tamamen yok olmadı; hâlâ ayakta ve güçlenebilir. Travma araştırmalarında, özellikle restoratif adalet üzerine çalışan psikolog Tom Tyler’ın bulguları, insanların adil süreçlere maruz kalmasının psikolojik iyileşme üzerinde belirleyici etkisi olduğunu gösteriyor. Adalet duygusu geri kazanıldığında, hem birey hem toplum toparlanmaya başlar. Yani adalet sadece düzeni değil, iyileşmeyi de mümkün kılar.
Ve en önemlisi, hiçbir karanlık, ona karşı bir mum yakanların ışığından daha güçlü değildir. Bugün sesini çıkaran herkes, yarının sağlıklı toplumunun temelini atar. Unutma; adalet mücadeleyle değil, sessizlikle kaybedilir.