
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın YouTube kanalında denk geldiğim bir yayında söyledikleri, beni gülümseten ama aynı zamanda zihnimde eski bir defteri yeniden açan türdendi. Bodrum’da beach club’lar yerine halk plajını tercih ettiğini söylüyordu. Onu tanıyan biri için bu, şaşırtıcı değildi. Doğuştan varlıklı olmasına rağmen -birçok insanın aksine- sırtını konfora yaslamakla yetinmeyip kültürel gelişimi hayatının merkezine almış biridir. Benim gözlemlediğim kadarıyla duyarlılığı, yardımseverliği, empati yeteneği ve mütevazılığıyla da çevresine değer katıyor. Saat merakıysa onun rafine zevkinin bir örneğidir; çünkü o saatler yalnızca parayla değil, estetik vizyon ve içsel bir doygunlukla alınır. Bu yönleriyle, görgü denince aklıma ilk gelen isimlerden biridir Fatih Altaylı.
Ama bu video bana şu soruları tekrar hatırlattı: Görgü nedir? Neden bazı insanlar zengin doğduğu hâlde görgüsüz kalır? Ve neden bazıları görgüsüzlüğe özenerek benliğinden uzaklaşır?
Görkemli ama kökten yoksun
Toplumun vitrinine baktığımızda en önde parlayanlar yer alır. Ancak vitrindeki parıltı, içeriğin karanlığını gizleyebilir. Modern toplumda zenginlik, artık yalnızca bir birikim değil; bir gösteri biçimi. Pierre Bourdieu’nün ‘kültürel sermaye’ kavramı burada kilit rol oynar: Sınıf aidiyeti yalnızca ekonomik güçle değil; alışkanlıklar, zevkler ve görgüyle şekillenir. Bu nedenle sonradan görmelik ya da paralı görgüsüzlük, yalnızca maddi bir değişimi değil, köksüz bir temsil krizini yansıtır.
Kültürsüz servetin anatomisi
Sonradan görme bireyler, ekonomik sermayeye sonradan erişmiş ama bu gücü taşıyacak kültürel donanımı edinmemiş kişilerdir. Bourdieu’nün analizine göre bu bireyler sosyal ya da kültürel sermayeyi içselleştirmek yerine taklit yoluyla sahip olmaya çalışırlar. Bu yüzden görgü onlar için doğal bir davranış değil, öğrenilemeyen bir roldür.
Dahası, bu servet çoğu zaman etik dışı yollarla elde edilir: Yolsuzluk, kamu kaynaklarının istismarı, nepotizm… Parayı bir araç değil, bir kimlik göstergesi olarak taşıyan bu bireyler, varlıklarını banka hesaplarıyla tanımlar. Bu durum, Thorstein Veblen’in ‘ayrışma yoluyla tüketim‘ kuramıyla da örtüşür: Tüketim, ihtiyaç değil, statü sembolüdür.
Paralı görgüsüzlüğün sosyolojik izleri
Doğuştan zengin bireylerde de benzer bir eksiklik görülebilir. Aileden gelen servet, kültürel birikimle desteklenmediğinde sonuç aynıdır: Paranın sesi artar, bireyin sesi kısılır. Zenginlik bir sahneye, yaşam ise performansa dönüşür. Tatiller artık yenilenme değil, gösteridir. “Bu yaz kim nereye gidiyor? Ben de eksik kalmayım!” telaşı tatil planı yaparken kullanılan tek pusuladır.
Loca fiyatları, paylaşılan kahvaltı masaları, ultra lüks tatil köyleri… Hepsi bir sınıfsal gösterinin parçasıdır. Kimi borçla bu yaşam tarzını taklit eder, kimi servetiyle onu ispat eder. Ancak hiçbirisi görgüyü satın alamaz.
Tüketimin çığlığı
Bu bireylerin yaşamında aşırılık bir kimlik stratejisidir. Logolar ne kadar büyükse, özgüvensizlik de o denli büyüktür. Jean Baudrillard’ın ‘gösterge değeri‘ teorisi burada belirleyicidir: Nesneler artık işlevleri için değil, neyi temsil ettikleri için satın alınır. Bir koltukta oturulmaz; o koltukla bir sınıf temsil edilir.
Evler Instagram’a uygun, tatiller paylaşmaya elverişli, yaşam tarzı ise sürekli izlenmeye değer olmalıdır. Görgü ise tüm bu gösterinin dışında, sessiz bir zarafettir. Şövalye kılıcını göstermez; ama gerektiğinde ustalıkla kullanır.
Neden özenilir?
Bu kadar yüzeysel bir hayat tarzı neden bazıları için cazip hale gelir? Tüketim toplumu, insanlarda hem hayranlık hem de kıskançlık duygusunu aynı anda uyandırır. Richard Sennett ve Jonathan Cobb’un sınıf geçişi üzerine yaptığı çalışmalar, bireylerin kendilerini üst sınıflara benzetme çabasının aidiyet arayışı ve yetersizlik hissini aynı anda beslediğini gösterir.
Sosyal medya bu çelişkiyi derinleştirir. Filtreli hayatlar, pahalı arabalar, marka kıyafetler…Hepsi “sen de yapabilirsin” derken aslında “sen hâlâ aynı yerdesin” der. Görgüsüzlüğe özenmek, ait olamamanın görsel bir patlamasıdır.
Psikolojik derinlik
Görgüsüzlük, yalnızca sınıfsal ya da kültürel değil, aynı zamanda psikolojik bir durumdur. Alfred Adler’in ‘aşağılık kompleksi’ kuramı, bu davranışları anlamak için güçlü bir temel sunar. Birey, geçmişte yaşadığı eksiklikleri telafi etmek için aşırı gösterişli bir yaşam biçimine yönelir. Ancak bu gösteriş, onu gerçekten ait hissettirmez. Taklit, zamanla abartıya dönüşür. Stil değil, karikatür olur.
Mesele zenginlik değil, zarafet
Sonradan görmelik ya da paralı görgüsüzlük, banka hesaplarıyla değil, davranış kalıplarıyla ortaya çıkar. Zenginlik görgü getirmez; ama estetik, tevazu ve entelektüel olgunlukla birleştiğinde görgü ortaya çıkar. Gerçek görgülü birey, empati kurabilen, eleştiriye açık, bilgisiyle değil duruşuyla dikkat çeken kişidir. Parasıyla övünmez; ama zevkiyle fark yaratır. Uyum sağlar ama kimliğinden ödün vermez.
Paranın sesini kıs, kendi sesini duyur
Görgüsüzlük, içi doldurulmamış bir boşluğun taşkınıdır. Parayla yüksek ses çıkarılabilir; ama bu ses yankı yapmaz. Gerçek zenginlik, duruşla konuşur, görgüyle kök salar.
Palmiye gibi yüzeyde kalmak kolaydır: Rüzgârda sallanırsın, dikkat çekersin. Ama kök salamazsın. Oysa köklü olmak zaman, emek ve içgörü ister. Ve belki de bu dünyada parayla satın alınamayacak tek şey budur; görgü.
Çünkü görgü, sadece toplumsal kurallara uygun davranmak değil; kişinin içsel değerleriyle tutarlı bir yaşam sürmesidir. Bu tutarlılık, psikolojik sağlamlıkla da doğrudan ilişkilidir. Kendilik değeri dış onaydan değil, içsel bir denge ve öz saygıdan beslenir. Görgülü insan yalnızca başkalarına değil, kendi değerlerine de saygı duyan insandır. Ve belki de gerçek görgü, insanın kim olduğunu unutmadan, neye sahip olursa olsun aynı kalabilme gücüdür.