KARABEKİR AKKOYUNLU
karabekir.akkoyunlu@gmail.com / @ulu_manitu
HDP’li Sırrı Süreyya Önder’in ‘Süreç hükmünü yitirdi’ demesinin ardından PKK’nın kongre kararından vazgeçmesi neyin sonucu? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tepeden delmekle kalmayıp “Kürt sorunu yoktur” ifadesini kullanması ve HDP’yle girdiği sözlü atışmaların elbette.
Bu durumu ‘Seçim öncesi araları açılır, seçimden sonra tekrar masaya otururlar’ diye yorumlayanlar var.
Seçimin sürece direkt etki ettiği kuşkusuz. AKP bir yandan Türk milliyetçi oyları MHP’ye diğer yandan Kürt oylarını HDP’ye kaptırma riskiyle karşı karşıya.
Sıkça düşülen bir hata
Buradan yola çıkarak, Davutoğlu hükümeti ile Erdoğan arasındaki frekans farkının bir nevi ‘görev dağılımı’ olduğu fikri muhalefet cephesinde zaman zaman dile getiriliyor. Buna öre hükümet, süreci hasbelkader yürütüp Kürt desteğini sağlama almaya çalışırken, cumhurbaşkanı da -iktidar partisinin fiili genel başkanı olarak -milliyetçi tabanı sağlamlaştırmakla meşgul.
AKP’nin hala bu kadar sorunsuz işlediğini ve bir bütün olarak strateji yürütebildiğini varsayabilmek için parti içindeki kişilik çatışmaları ve fikir ayrılıklarını görmezden gelmek gerekiyor. Bu, iktidar partisine alerjik bir tavırla dışarıdan bakan ve ‘Hepsi birbirinin aynısı’ mantığıyla partinin iç dinamiklerine kafa yormayı zaman kaybı olarak görenlerin sıkça içine düştüğü bir hata.
Dolmabahçe’den bu yana yaşananlar bir kez daha şunu gösteriyor: Tayyip Erdoğan’ın kendi kontrolü dışında gelişecek hiçbir sürece ve kendisinden rol çalacak hiç kimseye tahammülü yok. Kontrolü yitirdiğini hissettiği anda, dizginleri elinde tutabilmek uğruna, partisinin hatta Türkiye’nin hayrına olabilecek bir süreci hiç düşünmeden baltalayabiliyor.
Bu filmi daha evvel izledik
Bu filmi daha evvel izledik: AKP hükümetinin 2009 yılında başlattığı ‘Ermeni açılımı’, iki ülke cumhurbaşkanının yürüttüğü ‘futbol diplomasisi’ ve Türk ve Ermeni diplomatların İsviçre’de aylar süren hassas müzakereler sonucu üzerinde anlaştığı protokoller sayesinde ciddi sonuçlar elde etti. İki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi, toplumların tarihle ve birbirleriyle daha sakin ve barışçıl koşullarda yüzleşebilmesi, 1915’in yüzüncü yıl dönümü arifesinde Türkiye üzerinde artan uluslararası baskının hafiflemesi ve hatta Türkiye’nin Kafkaslar’da ağırlığını artırması adına umut verici gelişmelerdi bunlar.
Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve onun dışişlerine getirdiği Ahmet Davutoğlu’nun bizzat yürüttüğü bir süreçti bu. Sonra, kendini dışlanmış hisseden dönemin başbakanı Erdoğan çıktı, Bakü’de İlham Aliyev’le iki saat kapalı kapılar ardında görüştükten sonra, Azerbaycan parlamentosunda ‘Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan sınırının açılmayacağı’ taahhütünü verdi.
O zamana kadar yürütülen mantık ve stratejiye ters düşen ve kimseye danışılmadan verilen bu söz, Gül ve Davutoğlu’nun ayağını kaydırmayı başardı ama açılımı da o anda sabote etti. O döneme şahit olanlar Sinirden şaşkına dönen Davutoğlu’nun Bakü konuşması sonrası ‘Ama biz böyle anlaşmamıştık!’ diyerek Erdoğan’a sitem edişini anlatır.
Giderek kızışan bir çekişme
Dolmabahçe mutabakatı sonrası yaşananların cumhurbaşkanı ile hükümet ya da AKP ile HDP arasında danışıklı dövüş olduğunu düşünenler fena halde yanılıyor. AKP’nin yıldızı ve Erdoğan’a verilen destek Kürtler arasında özellikle Kobani’den beri nasıl düşüşe geçtiyse (Cumhuriyet’ten Murat Sabuncu ve Bianet’ten Vecdi Erbay’ın Erdoğan’ın son Diyarbakır mitingiyle ilgili izlenimlerini okumanızı tavsiye ederim) Erdoğan’la Davutoğlu arasında da gitgide kızışan bir çekişme olduğu ortada.
Kendi hırsları ve ihtiraslarının yanı sıra, AKP ve Türkiye’yle ilgili hala hayata geçirmeye çalıştığı bir takım projeleri olan Davutoğlu, Erdoğan’ın rafa kaldırmak istediği parlamenter sistemin verdiği yetkileri kullanarak bir yol çizmeye çalışıyor, fakat attığı her adımda Erdoğan duvarına tosluyor.
Erdoğan, Levent Gültekin’in 8 Nisan’da Diken’de yazdığı gibi, bir yandan gidişattan hoşnut olmayan herkesi tasfiye ederken diğer yandan çevresine tek ortak paydası koşulsuz sadakat olan garip bir çıkar taifesi topluyor. Bu taife, cumhurbaşkanına bir eleştiri sezdiği anda otomatikman saldırıya geçiyor. Erdoğan ise bu saldırıları destekliyor ve mükafatlandırıyor.
Dolmabahçe’de tarafların anlaştığı ‘İzleme Komitesi’ konusunda cumhurbaşkanıyla tartışmaya giren Bülent Arınç’ın üzerine Melih Gökçek’in nasıl da atıldığını, Arınç’a yakın isimlerin Davutoğlu’nun ısrarına rağmen milletvekili aday listesine alınmadığı iddialarını ve Erdoğan’ın geçen hafta Ankara otobüsçü ve minibüsçü esnafıyla buluşmasında Gökçek için sarf ettiği övgü dolu sözleri hatırlayalım.
Çekirdek çıtlatarak izlemek mümkün değil
Erdoğan’ın pek de orijinal olmayan liderlik buhranını ve AKP’nin halka halka çözülüşünü çekirdek çıtlatarak izlemek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü bunların getirdiği gerilim ve belirsizlik Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda daha da yakıcı bir ateşe atacak nitelikte…
Çözüm sürecini ‘Mimarı benim’ diyerek hükümetin elinden alıp frene basan, HDP’yi miting meydanlarında yuhalatıp her konuşmasında ‘ille de başkanlık’ isteyen Erdoğan’ın gittikçe yalnızlaşıp saldırganlaştığı bir ortamda yapılacak seçimlere güven nasıl tesis edilecek? HDP’nin kıl payı baraj altında kalması durumunda Kürtlerden Alevilere, liberallerden Cemaat’e herkesi karşısına almış, Gül’süz, Arınç’sız, ve belki de Babacan’sız, Davutoğlu’suz bir AKP ve Erdoğan Türkiye siyasetine nasıl yön verecek? Sırtını kime, nereye yaslayacak?
Gemi su aldıkça çıkar taifesi kaçışır
Bu son sorunun cevabı pek iç acıcı olmamakla birlikte belli gibi. Erdoğan hala tek adam karizmasıyla peşinden gelen kitleye ve de etrafına toparladığı siyasi-ekonomik çıkar grubuna bel bağlıyor. Fakat, tabiatın ve siyasetin kuralıdır: Lafla peynir gemisi yürümez. Ekonomik büyüme durdukça, sorunlar arttıkça kitleler seyrekleşir. Gemi su aldıkça çıkar taifesi kaçışır.
Geriye birkaç saray soytarısı, birkaç fedai ve bir de -Kıbrıs’tan Kürt sorununa, Ermeni meselesinden Avrupa Birliği’ne hemen her konuda fabrika ayarlarına dönüşten de anlaşıldığı üzere- denize düşünce sarıldığı ‘eski devlet statükosu’ kalır.
Sessiz ve sabırlı bir şekilde hesap gününü bekleyen derin devletle baş başa kalan Erdoğan ne eder, bu noktadan sonra AKP’ye neler olur bilinmez; fakat her halükarda Türkiye’ye yazık olacağı ortada.