NURAY MERT
Siyasi alanda içine düştüğümüz kavgalı ortama ‘kültür savaşları’ eşlik ediyor. ‘Kültür’ dedim ama aslında, ‘yerli kültür, özümüz, geçmişimiz ile Batı taklitçiliği, özümüzden kopma arasındaki mücadele’ diye takdim edilen, fena halde seviyesiz, tepkisel bir laf dalaşı söz konusu. Çok önemli bir konuyu, bu şekliyle geçiştirmemek uğruna biraz uzun bir yazı olacak, baştan tahammülünüze sığınmak istiyorum.
Devrimlerin, radikal değişimlerin neden olduğu en büyük sorunlardan biri kültürel sarsıntı ve savruluşlardır. Türkiye’de yaşanan ‘Cumhuriyet devrimi’ni de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Cumhuriyet’in, Batıcı modernleşme projesi, kültürel manada ciddi ve köklü bir kopuşu öngörüyordu. ‘Yazı devrimi’, yani, yazıda Arap alfabesinin yerini Latin alfabesinin alması bu kopuş hamlesinin en önemli ve sembolik adımlarından biridir. Geçen hafta yapılan Eğitim Şurası kararları doğrultusunda benimsenen ‘Osmanlıca eğitimi’ bu konuyu tekrar gündemimize getirdi.
Malumatsız tartışmalar
Bu konu çerçevesinde süren tartışmaların bence en dikkat çekici tarafı, sadece ‘Osmanlıca’ eğitimine karşı çıkanların değil, savunanların da, ne kadar ‘malumatsız’ olduğu gerçeğinin ortaya çıkması (Bu arada hemen belirteyim, ben ‘Osmanlıca’ tabirinden hiç hoşlanmam, fevkalade uyduruk ve yanıltıcıdır, onun yerine ‘Osmanlı Türkçesi’ tabiri belki daha uygun olur diye düşünürüm).
Muhafazakar-İslamcı çevre öteden beri, ‘alfabe devrimi’ ile ‘geçmişimizden koparıldığımız’ı söyleyip durur. Ama gözlemlediğim kadarıyla bu şikayette olanların çoğu Osmanlı Türkçesi hakkında yeterince malumat sahibi değil, dahası böyle bir çaba içinde de değil. Ayrıca, Osmanlı Türkçesi hakkında fikir sahibi olmak için sadece dil ve alfabe bilgisi yetmez, biraz tarih ve toplum felsefesi bilgisi sahibi olmak gerekir. Oysa, bizde muhafazakar-İslamcı kesimin geçmişe dair bilgisi fazlasıyla propagandist ve dolayısıyla yetersiz.
Fevkalade zengin bir seçkin dili
Birincisi, Osmanlı Türkçesi, yüzyıllar boyu değişim geçirmiştir, zaten dil sabit kalabilecek bir alan değildir, zaman içinde değişir. Osmanlı Türkçesi de Osmanlı medeniyet kültürü çerçevesinde olgunluk kazanmış, fevkalade zengin bir seçkin dilidir.
Seçkin dediğimizde, tabii bugün anladığımız manada ‘seçkincilik’ten bahsetmiyoruz. Modern öncesi diller, konuşulan yerel farklı lehçelerdir, diğer tarafta okuma yazma faaliyeti, alimler, din adamları ve yöneticilerle ki bunlar çoğu zaman birbirinden ayrı kategoriler olmayabilir, sınırlı küçük bir zümrenin tekelindedir.
Bu da kasıtlı bir dışlama meselesi değildir. Yaygın eğitimle okuma yazmanın geniş kesimler için ihtiyaç olması sadece modern topluma özgüdür. Geleneksel tarım toplumlarında eğitimi yagınlaştırmak ne anlamlı, ne de mümkündür. Tüm toplumlarda, aynı dil grubuna bağlı da olsa, konuşulan farklı lehçelerin standartlaşması, sadeleşmesi ve okuma yazmanın yaygınlaşması, modernleşme-uluslaşma sürecinin gerekli ve mümkün kıldığı bir aşamadır.
Osmanlı Türkçesi de 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında böylesi bir süreç içine girmiştir. Nitekim görece yaygın eğitimi mümkün kılacak sadeleştirme, kolaylaştırma çabaları bu dönemlerde başlamıştır (Bu konuyla ilgilenenlere, Hüseyin Sadakoğlu’nun ‘Türkiye’de Ulusculuk ve Dil Politikaları’ /2003 başlıklı çalışmasını hararetle tavsiye ederim).
İlk söz eden gelenekçi Ahmet Cevdet Paşa’dır
Arap alfabesinde Türkçe bazı seslerin karşılığının olmadığından ve bu konuda bir düzenleme yapmak gerektiğinden bahseden ilk isim gelenekçi kanada mensup Ahmet Cevdet Paşa’dır (Kavaid-i Osmani, 1851). O tarihten sonra, benzer konular giderek daha fazla tartışılmaya başladı.
Tabii, Cumhuriyet dönemine kadar Latin alfabesini sıkı Batıcı birkaç isimden başka kimse önermemiştir. Dahası, Cumhuriyet sonrasında pek çok Batıcı aydın Latin alfabesinin benimsenmesine karşı çıktı. Karşı çıkanlar arasında bulunan Yahudi tarihçi Avram Galanti, 1927’de ‘Arabi Harfler Terakkimize Mani Değildir’ başlıklı bir kitap neşretmiştir (1996 yılında Bedir yayınları tarafından Latin alfabesine çevrilmiş şekli yayınlandı).
Sadece alfabe meselesi değil
İşin diğer tarafı, Osmanlı Türkçesi meselesinin sadece alfabe meselesi olmaması.
Modern diller geçmişlerinden, sadeleşme çerçevesinde uzaklaşır. Bu, kuşkusuz dilde ciddi bir fukaralaşmaya neden olur ama neredeyse kaçınılmazdır. Zira, bu süreç içinde ‘medeniyet dilleri’nin kelime hazinesi daralır. Dahası dil bilgisi genel kültür bilgisiyle de çok alakalı olduğu için, bu manada da sınırları daralır.
Bu açıdan Orhan Şaik Gökyay’ın münhasıran (eskimiş) edebiyat eserlerini anlamak için dil bilgisinin yetmediği konusundaki uyarısı genelleştrilebilir. Gökyay, ‘Anlamak üzerine’ başlıklı yazısında konuya Ahmet Vefik Paşa’nın ‘Anladık yel değirmeni, ama suyu nereden geliyor’ sözüne gönderme yapar (Destursuz Bağa Girenler, Dergah, 1982). O halde, biz de, ‘Anladık Osmanlıca da suyu nereden geliyor veya gelecek’ diyelim.
Sığlaşa sığlaşa vardığımız nokta ortada!
Bugünün Türkçesi’yle yazılmış her metni, o metnin çerçevesine vakıf olmadan, tarihi veya kavramsal çerçevesini bilmeden anlayabilir miyiz? İster İslam alimi, ister Osmanlı mütefekkiri, ister Batılı düşünür olsun felsefesini, arka planını bilmeden herkes anlayabilir diyebilir miyiz?
Bu açıdan, ‘Osmanlı Türkçesi’yle geçmişimizle doğrudan bağ kuracağız’ hayali malumatsızlık dışında hiçbir şekilde izah edilemez. Yok, aslında edilir, tepkiselliklle izahı mümkündür.
Şöyle ki: Batılılaşma-modernleşme İslami-muhafazakar çevrede tepkisel bir savrulmaya neden oldu. Bu süreç içinde ‘geçmişimizden ve özellikle dinimizden uzaklaştırıldığımız’ fikri, giderek daha olgun bir düşünce zemini ve sorgulama-eleştiri çerçevesi inşa etmek yerine sığlaştıkça sığlaştı. Vardığımız nokta ortada!
Tam da bu nedenle, ‘Osmanlıca’ tartışmasında temelsiz iddialar pekala bu konuları daha derinlikli tartışabilecek isimler tarafından bile bazı klişeler etrafında ifade buluyor.
Davutoğlu’nun da inandığı hurafe
Bu klişelerin başında, ne yazık ki Başbakan Davutoğlu’nun da ileri sürdüğü bir hurafe var: Batılılar kendi dillerinde yazılmış tarihi, edebi metinleri kolaylıkla okuyabiliyor. Davutoğlu, “Geçmişte Gotik alfabesiyle yazılmış bir metni bir Alman aydını okuyabiliyorsa, bir İngiliz Shakespeare’i aslından okuyabiliyorsa, bir Türk aydınının da da Namık Kemal’i aslından okuyabilmesinden kim niye rahatsız olsun?” demiş….
Birincisi, Almanya’da Gotik Almanca’yı tarihçi olanlar dışında kimse okuyamıyor. Bir İngiliz’in Shakespeare’i aslından okuması söz konusu bile değil. Hiçbir toplumda sıradan okur yazar, değil o kadar eski metinleri, yüz yıl öncesi metinleri bile kolay okuyamaz, dil değişen bir şeydir.
Diğer taraftan, aydınların Osmanlı Türkçesi okuyabilir olması, uzunca bir süredir, ne itiraz edilen, ne de mümkün olmayan bir şey.
Asıl mesele başka
Asıl mesele, çok yakın dönemlere kadar, Türkiye’de Batıcı kültürel hegemonyanın, Osmanlı geçmişini ve dilini bilmeye değer bulmaması şeklindeki marazi hal. Bu sahiden mesele edilmeye değer bir konu ama mevcut haliyle olduğu gibi sığ ve tepkisel bir çerçevede değil. Bu sığlıktan kurtulmanın yolu öncelikle, bu meseleyi önemseyenlerin iddiacı oldukları konularda biraz daha fazla malumat sahibi olması.
Mesela, imam hatip mezunu olanlar Arap alfabesine aşina ama, Osmanlı Türkçesi okumakta zorlanıyor. Oysa özellikle onlar için son derece kolay bir geçiş mümkün.
Dahası, dil ve tarih konusunda biraz daha fazla bilgi edinmelerinde sonsuz fayda var. Keşke geçmişinden koparılmış olma konusunda, bunca zamandır şikayetçi olanlar, vakit ve enerjilerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesi, tarihi ve modernleşme felsefesi konularında bilgilenmeye harcasaydı.
Sorun siyasi ortamda
Sonuçta, bir iddiası olan onun peşinden gitmek durumundadır. Osmanlı Türkçesi, alfabeyi öğrenmek manasında birkaç ayda hallolabilecek bir mesele. Ama alfabe yetmez, Arapça ve Farsça kökenli kelime hazinesini ve bir ölçüde Arapça grameri bilmek gerekir. Seveni, meraklısı için bunlar zor işler değil. Seçmeli ders olarak okutulması da bence gayet iyi bir fikir.
Asıl sorun, siyasi ortam ne yazık ki; bu tür konuların hakkını vererek tartışmanın önünde en büyük engel bu.
Sızlanmanın faydası yok
Bu arada, gördüğüm kadarıyla, muhafazakar çevreden olmayan ama bilip bilmedikleri her konuda fikir üretmeye meraklı birtakım zevat da tartışmaya katılmak uğruna bu konularda yanıltıcı fikirler üretmekle meşgul. Bunlardan biri ‘Arapça öğrenmek, Osmanlıca öğrenmekten daha kolaydır’ demiş. Bir diğeri, Osmanlıca bilmemenin acısı içinde kıvranma edebiyatı yapmış, işi ‘kültürel kopuş’a getirmiş…
Kültürel kopuş gerçekten mühim konu da, bu türden sızlanmalarla izah edilebilecek şey değil. Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi okumaya başladığım yıllarda, tarih bölümünde açılan ‘Osmanlıca’ derslerine büyük bir heyecan ve şevkle yazıldım. Şansım, Prof. İsmail Ünsal’ın üniversitemizde misafir öğretim üyesi olmasıydı. Bu ders ve hocası, sonradan tarih bölümü okumamı teşvik eden unsurlardan biri oldu. İkinci yıl, el yazması okuma dersini de Prof. Nejat Göyünç’ten aldım, aziz hatırasını bu vesileyle anmak isterim. Benim üniversite yıllarım 80’li yılların en başıydı, isteyene öğrenmenin önünde engel yoktu ama, heveslisi pek azdı.
Köklü kopuşun sonu
Son olarak, ‘Harf Devrimi’ tabii ki fazlasıyla Jakoben, fazlasıyla Batılı olma gayretinin eseri, geçmişle ve pozitivist düşünce çerçevesinde dini kültürle bağ koparma siyasetinin bir parçasıydı.
Bu konuda en çarpıcı ifadelerden biri Cenap Şahabettin’e aittir; İçtihat dergisinde yazdığı ‘Huruf Meselesi’ başlıklı makalesinde, bu tartışma çerçevesinde ileri sürülen ‘Yedi yüz yıllık kütüphanelerimiz ne olacak?’ itirazına karşı şöyle diyor; “Acaba kaçı her zaman için hakikaten kıymetli ve ilelebet muhafaza olunmaya şayandır?… Bu suretle eski kitaplarımızın tasfiyesi gibi faidei mühimme de birlikte istihsal edilmiş olur.” (15 Kanunuevvel 1925)
Batıcı, pozitivist modernleşme yaklaşımını izah etmek için daha fazla söze gerek var mı? Aslında var da, daha fazla uzatmayalım.
Özetle, böylesi köklü bir kopuşun sonu, aşırı Batılılaşma kompleksiyle ona tepki olarak gelişen aşırı kompleksli, öfkesi, izanın ötesine geçen bir muhahazakar-İslamcı savruluş oldu. İşte içinde bulunduğumuz hal bu haldir.