
MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
mustdagistanli@gmail.com
“Ben televizyon haberciliği sunumunda iyi olduğumu düşünüyorum” diyen Fatih Portakal cennet hurması olduğunu iddia etse daha inandırıcı olurdu.
İzleyen cümlesi de farklı değil:
“Televizyon haberciliği konusunda hem iyi hem de kurallara bağlı bir yayın yaptığımı düşünüyorum.”
Üç beş ay oluyor galiba, Fatih Portakal’ın bülteninde şöyle bir şeye rastlamıştım: Konu neydi hatırlamıyorum, belki fındıkla ilgili bir şeydi, bazı lakırdılar ettikten sonra kameramanına aşağıyukarı şöyle seslendi: “Ya Ahmet, Giresunluydun sen di mi, söyle bakalım nasıl oluyor?..”
Bu mudur iyi haber sunmak? Haber sunma kurallarına bağlı kalmak bu mudur?
Bir örnek için You Tube’a girip önüme çıkan ilk videoya baktım, Sözcü TV 16 Eylül 2024 anahaber bülteni. Oradan Fatih Portakal’ın bir sunumunu sunayım:
“Hüda-Par’dan bahsedicem. Hüda-Par’da Zekeriya Yapıcıoğlu, ha görüşünü dile getirebilir, ona ben hiçbir beis görmüyorum, katılmıyorum, çünkü gücü eline geçirdiğinde rejimi değiştireceğini biliyorum Hüda-Par’ın. Çünkü Hizbullah çizgisinden gelen İslam, cihatçı bir örgütten bahsediyoruz. Özü bu, değişmez de.”
Böyle haber sunulamaz. Ne cümle cümle, ne bilgi bilgi, yeri yok ama ne de yorum yorum… Beis görmüyormuş. Sen kimsin? Senin ne düşündüğünden bize ne? Bugünün haberlerini sunmak için oradasın sen. Şahsı üzerine kurulu değer yargıları, kanaatler, kararlar. Kahve muhabbeti düzeyi bundan aşağı değildir.
Aynı bültende bir habere de şöyle giriyor Fatih Portakal:
“Bir ülkede hala daha aynı noktadaysak bay bay demek gerekiyor bu AKP iktidarına. Çünkü diplerde yaşatıyorsunuz bizi, bay bay deme zamanı çoktan geldi de geçiyor.”
Haber sunma kurallarına uyuyor mu bu? Nedir bu kurallar? Bu, AKP iktidarına bay bay deme zamanının geldiğini düşünen seyircilere seslenebilir sadece. Onların da hepsine değil. Seslendiklerini de bilgiyle donatmaktan ziyade dolduruşa getirmek üzerine kurulmuş bir dil bu.
Yıllardır söylenip durdu, AKP iktidarı hem icraatıyla hem de bu işi büyük bir maharetle yapan Tayyip Erdoğan’ın ağzıyla ‘kamplaştırdı’ toplumu. ‘Muhalif’ medya bu kamplaşma tuzağına balıklama atladı, iktidarın ekmeğine yağ sürdü, yağ miktarını da giderek arttırdı. Tabii ki iktidarın işine yaradı bu durum; ‘benim’ dediği ‘yüzde 50’sini neredeyse beton mukavemetinde birarada tuttu bu sayede. ‘Yandaş medya’ dilinin simetriği palazlandı ‘muhalif medya’da da. Sadece muhalif tv kanalları değil, gazeteler de ‘yandaş’ dilini kullanmaya başladı. Mesela Yeni Şafak da, Cumhuriyet de “İşte o kafa” başlığıyla haber sunuyordu.
Karşıdakine nefret kusan bu dilin doğrudan sonucu, ortak zeminin, diyalog-konuşma-haberleşme-tartışma dilinin yokedilmesidir. Öyle de oldu. Bir ortak zemin bulunmayınca iktidar, elindeki medya imkanlarını sonuna kadar kullanarak yalanlarını yaydı, benimsenmesini sağladı. Bunları iştahla yutan ‘yüzde 50’ye bu kamplaşmış dille herhangi bir gerçek, bir yalanın doğrusu anlatılamazdı, anlatılamadı. ‘Muhalif medya’nın bu fanatik dille söyledikleri ‘Tayyip Erdoğan’ın yüzde 50’si’ni perçinledi. (Her şey bu mekaniklikte çalışmıyor kuşkusuz, karmaşık bir mesele bu ama şimdi konumuz bu değil.)
Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı en geç 2011 Haziran seçimleri öncesinde taraflar arasında diyalog istemediğini açıkça ortaya koymuştu, tv kanallarında tartışma programları hükümet talimatıyla kaldırılmıştı. Herkes kendi seçmenine/izleyicisine seslenecekti işte. Böyle bir ortamda mesela 2013’te ‘Dolmabahçe yalanı’nı yutturmak pek kolay oldu. Asıl olarak Erdoğan’ın (arkasındaki ekibin) ‘muhalif medya’yı sıkıştırdığı, içine tıkıştırdığı dil de bir tartışma dili değil, hatta bir uzlaşmama dili de değil, bir zıtlaşma dili belki.
Now TV’de anahaber sunan Selçuk Tepeli de Portakal’la yarışıyor. 28 Ocak 2025 bültenine baktım. Selçuk Tepeli, Devlet Bahçeli’nin CHP’yi tehdit ettiği sözlerini aktardı: “Yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa…”
Sonra da şöyle devam etti:
“Bu bayağı sıkıntılı bir cümle. Bu yani kimsenin işi değil. Amaçları, aradıkları bu mu? Yani böyle bir şeye teşvik etmeye çalışıp böyle bir durumdan başka bir biçimde bir şey mi hayal ediyorlar? Eğer bunu söylüyorlarsa, benim kanaatim, sakin olalım. Bu işler sokak işi, şiddet işi, şu bu işi değildir. Bütün hepsinin çaresi tek bir oydur, bundan da emin olun.”
Yorum bile denemeyecek bu ipesapa gelmez laflarla haber sunulamaz, sunulmamalı. Hem Portakal’ın hem Tepeli’nin el kol hareketlerinden, duruma göre tiksinçlik, duruma göre kızgınlık, duruma göre alay mimikleriyle yüzlerini süslemelerinden, edalarından, afra tafralarından da geçilmiyor tabii.
Bir temel ortak özellik de bize ne düşünmemiz, neyi anlamamız, neye üzülmemiz, neye isyan etmemiz gerektiğini buyurmaları, ahlak dersi vermeleri, siyasi yol çizmeleri, kendilerince neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki kendi kanaatlerini mutlak gerçeklermiş gibi kafamıza kakmaları.
Bir de, dikkat etmişsinizdir, artık kimse oturarak haber sunmuyor, ayakta dolanıyorlar, stüdyolar çok geniş, teknik imkanlar o biçim, oradan oraya seğirtiyorlar, durmadan duruşlarını değiştiriyorlar, bayağı rol yapıyorlar. İşin doğrusu şu: sunucu makyajıyla, saçıyla başıyla, hareketleriyle, mimikleriyle, edasıyla sunduğu haberin önüne geçmemelidir, dikkati haberden kaçıracak her şeyden uzak durmalıdır.
Ama ne gezer! TV kanalları da bu maskaralıkları istiyorlar anladığım kadarıyla, bir haber bülteni değil de ‘şov’ haline getirdikleri bu şaklabanlıklar daha çok izleniyor herhalde, daha çok reklam da getiriyor. Gerçeğin/olgunun ‘kutsallığı’ yorum sandıkları paçozlukların ve bu ‘şov’un gürültüsüne gitmiş, kimin umurunda?!
Dünyada da vardır örnekleri böyle çarpıklıkların (gazeteci arkadaşım Gökhan Tan Amerikan Fox kanalından bizdekileri aratmayacak dudak uçuklatıcılıkta bir örnek verdi geçenlerde sohbet ederken), ama ciddi bildiğimiz kanallar hala klasik şekilde sunuyor haberlerini. Sunucu koltuğuna oturuyor, prompter’den okuyor haberleri. Tabii okuduğu habere, konuya hakim sunucu, papağanlık etmiyor sonuç olarak.
Mesele iyi sunumla bitmiyor tabii gazetecilikte, ağır sorunları var bu mesleğin, ama yine de sunum çok önemli, kullandığınız dil çok önemli. Gazetecilik heyecanla yapılan, hazırlanan, soğukkanlılıkla sunulan bir iştir, öyle olmalıdır. BBC iyi bir örnek; haber olsun, başka programlar olsun sunum işini çok iyi yapar. Kalitesiyle ünlenmesine rağmen sansürcüdür, haberleri çarpıtır, feci taraflıdır ama ne yaparsa iyi sunar. (Yeter ki iyi sunun, sansürcü olabilirsiniz, anlamını çıkarmaz kimse sanırım.) El Cezire de öyle.
Yorum programları, sabah saatler süren ‘gündemi yorumlama’ goygoyları da pek farklı değil. Ayrıca ele alınmayı hak ediyorlar herhalde ama daha birkaç gün önce kulağıma çalınan bir örnekle geçeyim. Sözcü TV’de Özlem Gürses’in 4 Şubat’taki sabah programına İyi Parti Grup Başkan Vekili Turhan Çömez çıkmış, Kartalkaya’daki otel yangınıyla ilgili çarpıcı bilgiler verip gayet etkili bir değerlendirme yapmış, taşan bir isyanla bitirmişti konuşmasını. Özlem Gürses sonra Devlet Denetleme Kurulu’nun yetkilerini ilgilendiren cumhurbaşkanlığı kararnamesinden bahsedip konuyu AFAD’a getirdi ve bu yumağı pas olarak vergi uzmanı Ozan Bingöl’e attı. Programın daimi yorumcusu Bingöl DDK’deki işle ilgili birkaç cümle ettikten sonra şu ‘zihin açıcı’ değerlendirmeyi iftiharla sundu:
“AFAD’a geçmeden önce şunu söylemek istiyorum, dün söyleyememiştim. Müsadenizle Turhan bey de Kartalkaya yangınıyla ilgili gayet açıklayıcı bilgiler verdi. Bakın buradan bir kez daha söylüyorum, ben yangının olduğu 21 Ocak’ta da bu yayında yine burada söylemiştim, bir kez daha söylüyorum, o yangında sorumluluğu olan, ister belediye, ister il özel idaresi, ister bakanlık, kim varsa, yangında dahli olan, sorumluluğu olan kim varsa gün yüzü görmesin.”
Efendim!
Bu mesele, üstünde daha ayrıntılı durulmayı, irdelenmeyi hak ediyor, akademi belki el atar. Haber sunumundaki bu çarpılma sanırım Nevşin Mengü’yle başladı, o bu kadar uçlara, pespayeliğe erişememişti ama onunla başladı galiba. (Yeni işlerini bilmiyorum.) Mengü’yle başlatıyorum çünkü 2011, belki 2012 olmalı, bir gazeteci arkadaşımla bu meseleyi tartışmıştık. Nevşin Mengü TRT yetişmesi/ekolü ciddi haber sunmayı, bir metni düpedüz okumayı tercih etmiyor da haberleri şöyle kelimeleri yaya yaya, istediği anlamı, edayı verecek şekilde tonlaya tonlaya, vurgulaya vurgulaya anlatıyordu. Okumak da neymiş! Arkadaşım bu tarzı sevmişti. Bense yanlış buluyordum; işte yukarda verdiğim örnekler o tarzın mantıki, kaçınılmaz sonucu en azından. Anlaşamadık arkadaşımla o zaman. Şimdi bu yazıyı yazmadan arayıp sordum, ne yazacağımı anlattım, benim gibi düşünüyordu şu verdiğim örneklerle ilgili.
Yanılmıyorsam 2015’ti. Nevşin Mengü’nün sunduğu bir haber bültenine denk geldim CNN Türk’te. O sıra İran’ın nükleer programıyla ilgili görüşmeler vardı. Bültenin başında Nevşin Mengü her şeye hakim bir edayla, girişimi küçümseyerek, kendinden emin şuna benzer bir cümle kurdu İran haberini sunarken: “Bu görüşmelerden bir şey çıkmayacak ama…” Bültenin sona doğru İran haberine geri dönmek zorunda kaldı, çünkü bir gelişme olmuştu!
Bülten bitince spor haberleri için spor servisinden birine (adını hatırlamıyorum) pas attı. Selam kelam faslından sonra spor sunucusu haberleri vermeye başladı. O sırada bir milli maç oynanacaktı, teknik direktör de Fatih Terim’di. Sunucu haberi “Sevgili Fatih Terim…” diye sunuyordu.
Sevmediğimiz kişiden de “Lanet herif” diye bahsedebilir miyiz acaba haber bültenlerinde? Ya da Terim’den hoşlanmayan biri de “Allahın belası Fatih Terim…” diye sunabilir mi haberi?
Artık neredeyse bütün medyayı kaplayan bu haber sunma tarzı iktidarların işine yarar, gerçeğin işine yaramaz. Bu dil devasa bir dikendir. Bir arayış dili değildir bu, fanatizmin dilidir, fanatizm yaratır, onu perçinler. Haber, gerçek arı duru bir dil gerektirir; yalanların, çarpıtmaların kuytusuna sinebileceği, gölgesine gizlenebileceği çapraşık, bulaşık, bulanık bir dili değil.
Okur mektubu
DİLE GELENLER
Dilbilgisi Ukalalık Sendromu
Yanlış kullandıkları ‘de’ ve ‘da’ları bıkmadan düzelttiğim yazışma grubundaki, üstelik de hepsi okumuş yazmış arkadaşlarıma göre bende ‘dilbilgisi ukalalık sendromu’ varmış. ‘Grammar Pedantry Syndrome’ da denirmiş buna!
Size de oluyor mu bilmiyorum, son zamanlarda, edebiyat ve basında artık düzgün yazılmış cümlelerden oluşan, süssüz, zevkle okuyacağımız bir yazıya rastlamak neredeyse olanaksız oldu. Ülkenin genel seviye kaybıyla ilgili bir şey olsa gerek.
Siz bir yazınızda “Okumayın bunları” anlamında bir şeyler demiştiniz. Doğru.
Bende yarattığı isyan duygusu da benzer olmakla birlikte, ayrıca yazara bir mektup yazıp, “Hocam, ne olur, yazınız yayınlanmadan önce bir kez bana gönderin, naçizane ben bir düzelteyim, beğenirseniz yayınlarsınız” diyesim geliyor.
T24 sitesinde yazıları yayınlanan Ali Akay da bunlardan biri. Belki bir fırsatını bulur, yazılarını incelersiniz ve bir yazınızda konu edersiniz. Fakat, ayrıca bana ödev verip, “Sen yap bir yazısının ‘edit’ini” derseniz, onu da yaparım. Ümit Tan
MAD: Ali Akay’ın yazısına bakmıştık: Yormayın insanları.