Dolayısıyla sorun büyük ölçüde laik aydınların bakışından ve yaklaşımından kaynaklanıyor. Bakış doğruları bildiğinden fazlasıyla emin, yaklaşım ise bu doğruları toplumun üstüne boca etmeye fazlasıyla hevesli… Hükümete, iktidara ve genelde siyasete yapılan eleştiriler ancak yüzeysel olarak anlam ifade ediyor. Çünkü adil bir biçimde ve meseleleri hak ettiği bağlama yerleştirerek bakılmıyor. Gerçekliğin önemli kısmını göz ardı ederek, geri kalanını ise parlatıp cilalayarak sunan yapay bir bilimsellik söz konusu.
İkincisi önerilen ‘evrensel’ doğruların derinlikli bir analizi yapılmadığı gibi, bunlar siyaseti ve toplumsal tercihleri dışlayan bir sahte uzmanlık ambalajıyla vazediliyor. Sanki doğrular zaman, mekan ve insandan bağımsız olarak ‘orada’ duruyor ve bizlere düşen de ‘hakikati’ hazmedip onu uygulamaktan ibaret. Oysa bu yaklaşım siyasetin ölüm fermanı… Bu yaklaşım topluma ‘senin talep ve tercihlerin önemli değil, onların ne olması gerektiğini ben bilirim’ diyor. Ne var ki Türkiye toplumu ilk kez gerçek siyasetin eşiğinde ve bu fırsatı kendinden menkul entelektüellerin hezeyanına malzeme yapmaya hiç niyetli gözükmüyor.
Böylece sonuçta siyaset kendi hükmünü icra eder, toplum yüzyılın en otantik dönüşümünü gerçekleştirirken, laik kesim sol/liberal aydınları stadyuma girememiş fanatik seyirci kıvamında ‘kişiliklerini’ korumakla yetiniyorlar…