MİNEZ BAYÜLGEN
Türkiye’de iktidarın politikalarını eleştirmek, hükümete yakın gazete ve TV kanallarının hışmına uğramak anlamına geliyordu. Ta ki Afrin operasyonu başlayana dek… Gelinen noktada artık sessiz, yorumsuz kalmak dahi bu hışımdan kurtarmıyor.
Öyle ki, Afrin operasyonunun başlamasıyla hükümete yakın gazete ve kanallarda harekat hakkında olumlu yorumda bulunmayan yazar, şarkıcı, gazeteci avına başlandı. Geçen haftada Gupse Özay, Ceylan Ertem, Haluk Levent, Sezen Aksu ve Tarkan gibi isimler, operasyona karşı çıkmak ya da lehte yorum yapmamakla suçlandılar.
Medyanın bu, daha önce hiç görülmemiş vahşi yüzünü kariyeri boyunca NTV, ATV, TV8, Sky Türk ve TRT 2’de çalışmış gazeteci, medya ve iletişim uzmanı Dr. Sedef Kabaş ile konuştuk.
Kısa süre önce hükümete yakın bir TV kanalındaki programda, Sezen Aksu ve Tarkan’ın da aralarında bulunduğu bazı sanatçıların sosyal medya hesapları incelendi ve “Nasıl olur da Afrin harekatı hakkında yorum yapmaz” denerek hedef gösterildi. CNN International da dahil pek çok kanalda çalıştınız. Gazetecilik kariyerinizde buna benzer bir olayla karşılaştınız mı?
Bunlar televizyon kanalı değil, televizyoncu ve programcıysa hiç değil. Fare zehrinin insanlığa ne kadar faydası varsa bunların yaptıkları ‘haberciliğin’ de Türkiye’ye o kadar faydası var. Araba kullanmak için ehliyete ihtiyaç vardır. Bugünkü medya düzeninde hayatında bir kez dahi direksiyon başına geçmemiş, hiç viraj almamış, sürücü koltuğuna oturduğunda gaz ve fren pedallarını ayırt edemeyen insanlara içinde onlarca yolcunun olduğu otobüsler teslim ediliyor. Ehliyetleri olmadığı gibi ahlaki değerleri de yok. Bırakın bu televizyon yüzlerini, kanalların dahi varlıkları yok hükmünde. Zaten basın özgürlüğüne en çok zarar verenler de bu gazeteci görünümlüler.
Sizin deyiminizle bu ‘gazeteci görünümlüler’, iktidar gücünü arkalarına böylesine almışken neden hala bu kadar saldırganlar?
Türkiye, gücün yanında olma ve o güçten beslenme devrini yaşıyor. Peki, kimdir sırtını güce yaslayan? Kendi başına varlığı, eserleri, verdiği hizmetleri değer teşkil etmeyenlerdir…
Örneğin Hitler Almanyasında gücün devrine tanık olduk. Üniversitelerdeki akademisyenler biraraya gelerek ülkenin gidişatına, yaşanan insan hakları ihlallerine ve basına vurulan darbeye karşı çıkmak için imza toplamayı kararlaştırdılar. Düşünün, Almanya’da kaç üniversite, kaç akademisyen var… Ancak nihayetinde kaç kişi imza atıyor biliyor musunuz?
Kaç kişi?
Yalnızca dört. Bunlardan biri de Albert Einstein. Peki, bugün kimi hatırlıyoruz? Elbette Einstein’ı… Dolayısıyla bu dönem geçtiğinde güçten beslenen güçsüzleri mi, yoksa her türlü baskıya rağmen direnip zaman skalasında güçlü kalabilenleri mi hatırlayacağız; işte esas mesele bu.
AkTroller, sıkça dile getirilen ve sizi de hedef alan bir grup. ‘Gazeteci görünümlüler’ ile AkTroller arasında bir özdeşlik kurduğunuz oluyor mu?
İkisinin de hedefi aynı fakat eylem biçimleri farklı. Birinin silahı küfür, diğerinin ki ahlaksızlık. Sonuçsa, değişmiyor. Birleştikleri nokta, doğrudan ve dürüstlükten yana olanı linç etmek.
‘Gazeteciler siyasetçilerin müritlerine dönüştü’

Fotoğraflar: Tunca Öğreten
Başbakan Binali Yıldırım, Afrin harekatının ikinci gününde bazı gazetelerin yöneticileriyle görüşüp, harekatın nasıl haberleştirilmesi gerektiğine dair 15 maddelik bir liste açıkladı. Medya ve iletişim uzmanı olarak bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Çağırmasına gerek yoktu ki. Talimat vermek için e-posta yollamak bir saniyesini almazdı. Toplantıya katılan gazeteciler operasyona dair bir soru dahi soramıyorsa; neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlatmak için sahaya muhabir gönderemiyorsa; farklı kaynaklardan olan biteni teyid edemiyorsa sadece Binali Yıldırım’ın sözcülüğünü yapıyorlar demektir. Biz de zaten bunlara gazeteci demiyoruz.
Bakın, teknik olarak siyasetçilerin söylemleri haber değeri taşır. Ancak siyasetçinin her söylediğini haber yapmak, habercilik değildir. Siyasetçiye mikrofonu uzat, ağzından çıkanları yaz… Bu sekreteryalıktır. Basın mensuplarıyla siyasetçiler arasında hem ilişki, hem de mesafe olmalıdır. Siyasi haber yapıyorsan, siyasetçilerle birarada olursun ama aynı zamanda onlara soru sorabilecek kadar aranda mesafe de tutmalısın. Bizde bu yok işte…
“Mesafe gerekli” diyorsunuz… Hatırlarsınız, birkaç gün önce dili sürçen TRT Haber spikeri, TSK’nın, Afrin’de sivilleri vurduğunu söyledi. Spikerin Twitter profilindeyse Başbakan ile çekilmiş bir fotoğrafı bulunuyor. Teknik direktör bile tarafsızlığı zedelenmesin diye tuttuğu takımı açıklamazken, devlet kanalında çalışan bir spiker nasıl olur da bu denli açık davranır?
Bu sunucu kızımız belli ki ‘ustalarını’ örnek almış, yollarından ilerliyor. O ‘ustalar’, bu ülkede yıllarca cumhurbaşkanları, başbakanlar ve bakanların yanında poz vererek, “Başbakan dün beni aradı ve bana şöyle dedi” diyerek köşeler yazdı. Ne kadar ayrıcalıklı gazeteciler olduklarını ispat etmeye çalıştılar. Gazeteci ve siyasetçi arasındaki mesafenin korunması gerektiğini, bu ülkenin önde gelen birçok genel yayın yönetmeni, köşe yazarı ve muhabiri bir türlü anlayamadı. ‘Siyasetçilere ne denli yakın olursak, onlardan o kadar haber koparırız’ mantığıyla öyle bir noktaya geldiler ki; siyasetçilerin bir anlamda danışmanları, sanki maaşlı elemanları, hatta müritlerine dönüştüler… Böylece onlara soru soramaz hale geldiler.
TV kanallarındaki siyasi tartışma programlarına katılan anketör, güvenlik uzmanı, gazeteci… Bir akşam hukukçu, ertesi akşam siyaset bilimci olarak boy gösteriyor, en son da haftayı Ortadoğu uzmanı olarak kapatıyor. İstisnasız her konunun uzmanı bu konukları kim, hangi kriterlere göre seçiyor?
Doktora tezimde bu konuyu işlemiştim. Savımsa şuydu: Türkiye’de söylem seçkinleri aslında kamuoyonun neyi, nasıl algılaması gerektiğini şekillendiriyor. Niye? Çünkü televizyon bir otorite mecrası. Bir kişi ekrana çıkıp, ‘x’ konuda konuştuğunda kamuoyu “Acaba bunu benim de böyle mi düşünmem gerekir” diye kendine soruyor. Öyle ki, bazen artık düşünmüyor ve onun düşüncesini öylece doğru kabul ediyor… İşte biz bu tür kamuoyunu etkileyebilecek insanlara ‘söylem seçkinleri’ diyoruz.
Anlaşılan bu söylem seçkinleri, kalabalık bir grup değil…
Siyaset, medya, ekonomi, kültür-sanat gibi branşlarda mikrofon uzatılan kişi sayısı 500’ü geçmez. Bir pota var ve dönüp dolaşıp aynı insanlara gidiliyor. İşte o zaman da Türkiye’de bilgi fakirliği oluşuyor. Tek seslilik de böylelikle kökleşiyor. Farklı düşünene tolerans azalıyor. Şu anda televizyondaki birçok gazeteci ve programcının portföylerine bir bakın. Bunlardan kaçı hayatlarında farklı konularda araştırma okuyor? Yurtiçinde veya yurtdışında alanlarının uzmanlarını araştırıp bulma zahmetine katlanıyor? Yoksa onlara birileri “Şunu çıkart ve şu soruları sor” mu diyor? Kendini tekrar eden sorular ve aynı konuklarla saatlerini doldurup, ay sonunda maaşlarını alıyorlar.
‘Anaakım medyayı takip etmeyi bırakın’
Yıllardır ekrana çıkan bu isimleri meslektaşınız olarak görüyor musunuz?
Bu isimlere bırakın ‘meslektaş’ demeyi, magazinci bile demekte terreddüt ediyorum. Türkiye medyasının yüzde 90’ı gazeteci değil. Onlar reklamcı, yalancı ve hatta hain. Her zaman söylerim; televizyon izlemeyin, seçici olun. Bugün gazeteleri çıkaran, televizyonları işgal edenler, ‘Gazetecilik-101’ dersi almamış insanlardan oluşuyor. Ben fast-food da yemem, beden sağlığıma da dikkat ederim. Dolayısıyla zihin sağlığıma da dikkat etmem gerekiyor. Demem o ki, hiçbirini izlemem, okumam.
Uzun kariyeriniz boyunca pek çok medya patronuyla çalıştınız. Sizce bugünün ‘değişmez’ konukları, iktidar değiştiğinde de stüdyolardaki koltuklarını koruyabilecekler mi?
Ben patronlarla hiç çalışmadım, hiç ilişki kurmadım. Muhatabım genel yayın yönetmenleri ve program müdürleriydi. “AKP iktidarı son bulunca bu isimlere, patronlara ne olur” sorusuna gelirsek… Hatırlarsınız, Ahmet Hakan bundan iki, üç yıl önce bir yazısında “Saat 9’u 5 geçe neden ayağa kalkayım” diye sormuştu. Bu seneyse “10 Kasım’da ayağa kalktım” dedi. Zira rüzgar Atatürkçülükten yana esmeye başladı. Bir dönem gelir, herkes aslında Erdoğan’ın neler yaptığını farklı açılardan değerlendirmeye başlar. Devir değişince bu yazar ve televizyoncular da kendilerine verilen yeni rolleri oynamaya devam ederler. Onlar için önemli olan içerik değil, sahnede kalmak.
Türkiye’nin önde gelen medya grupları, aynı zamanda enerji ihalelerini de alıyorlar. İktidar ve patronlar arasındaki bu sermaye ilişkisi değişmeden, medya bağımsız olabilir mi
Olamaz. “Parayı veren düdüğü çalar” medya için de geçerli. Gazetecinin parasını patron, patronunkini de hükümet veriyorsa, medya bağımsızlığından söz edilemez. İşte bu yüzden “Anaakım medyayı takip etmeyi bırakın” diye ısrarla söylüyorum çünkü gerçekler sosyal medyada. Sosyal medya, patron ve sermaye ilişkisinin etkilerine maruz kalmamızı ‘görece’ engelliyor. Keşke bu konuda muhalefet partileri de farklı davransa.
Muhalefet nasıl davranıyor ki?
Muhalefet partisi mensubu olsam, şahsıma küfreden, yalan konuşan, iktidarın sözcülüğünü yapan bir kanala çıkmayı reddederdim. Kaldı ki muhalefet o kanallara çıkmasa, programlar zaten izlenmeyecek. Daha bunun idrakına varamadılar. Programcı, bir muhalefet partiliyi stüdyoya çağırıyor, çevresine de dört, beş yandaşı diziyor… Bunun adı da tartışma programı oluyor. Halbuki gitmese, o program olmayacak.
‘Medya içten bitirilmişti, iktidar da son tekmeyi vurdu’
Muhalefet için medyada var olmanın ölçüsü CNN Türk ya da HaberTürk’e çıkmak mı?
Böyle kanallara çıkmayı varoluş sebebi sayan insanların söylemlerinin güçlü olduğuna inanmıyorum. Sabahtan akşama kadar seni hedef alan kanala koşa koşa gidiyorsun… Kabataş yalanını yazmış birinin programına çıkmam. Ancak vekiller bunu yapıyor. Bunu yaptıkları zaman da o insanları meşrulaştırıyorlar. İktidarda da, muhalefette de ilkesel olma eksikliği görüyorum. Biz burakara bir günde gelmedik. “Artık Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi gazeteciliği sona ermiştir. Yeni nesil gazeteciler artık bu isimleri rolmodel olarak görmemelidir” diyenlerin gazeteleri, televizyonları bunlar.
Peki, bu hale nasıl gelindi?
İşte medyanın bugün geldiği rezil durum, tam da bu zihniyetin sonucudur. Türkiye, yozlaşmış bir medya ile yobaz bir medya, yozlaşmış bir zihniyet ile yobaz bir zihniyet arasına sıkıştırıldı. Medya zaten içten içe bitirilmişti ki, iktidar da son tekmeyi vurdu. Muhabirin kıymeti yoktu, basın özgürlüğü kimsenin umrunda olmadı, olmadık insanlara köşe yazdırdılar… Mumcu ve İpekçi gazeteciliğini küçümsediler. Sermaye yapısını tamamen değiştirdiler. Devletten ihale almak için gazeteciliği bir araç haline getirdiler. Siyasete yaslanıp, güçlüden yana olmayı “Yüksek rütbeli bir gazeteci” olmanın şahı zannettiler. Ve AKP, son derece güçsüz, içten ilkesel olarak yıpratılmış bir medyayı rahatlıkla satın aldı. Güdümüne geçirdi ve adeta yok etti.