
ZEHRA ÇELENK
celenkz@gmail.com
@ZehraCelenk
Samimiyet çok övülüyorsa samimiyetsizlik virüs gibi yayılmıştır. Hakikat ve ‘hakiki’ olanla hayatın arası çok açıldığında sürekli bunlardan bahsederken buluruz kendimizi. En eksik, en sorunlu olan neyse çeneye ve dile en çok o vurur, bilirsiniz.
Sadece insanlardan, duygulardan veya dekorasyondan değil, filmlerden, kitaplardan hatta yemeklerden bahsedilirken bile samimiyetten dem vurulur olmuştu bir aralar: “Çok sıcak, çok samimi bir börek!”
Bir filmin ya da bir sözün samimi olmasının iyi olmasına yetmeyeceğini, insan için bile samimiyetin tek başına bir iyilik ölçüsü olmadığını anlatmaya çalışırken buluyordum kendimi sık sık. Örneğin iyi kurulmuş bir olay örgüsü, sağlam çalışılmış karakterleri, bir meselesi ve tercihen ‘sinema duygusu‘ olmayan bir film, dört aylık kedi yavrusu kadar sevimli ve samimi olabilir. Bazı sahneleri gülümsetebilir ya da göz doldurabilir. Bu onu iyi bir film yapmaz. Bize bir hikâye anlatan, bizi kendi evrenine ikna etmeye çalışan her şey samimiyetten çok daha fazlasına sahip olmak durumundadır.
Kötü de kötülüğünde samimidir hatta çoğu kötü kendini düpedüz iyi zanneder. Samimiyet çoğunlukla samimi bile değildir ayrıca.
Narsisistik manipülatörler
Son yıllarımızın en popüler karakterleri narsisistik manipülatörler. Herkes herkesi narsist ve manipülatör olmakla suçluyor. En manipülatör olan en iyi ve en başarılı biçimde suçluyor doğal olarak.
Manipülatörler, amaçlarına ulaşana kadar sizi sevgi ve yakınlıklarıyla sarıp sarmalar. Gerçekten sevecen ve gerçekten yakındırlar. Karşılığında kalbinizin ve zihninizin dip köşelerine birer stand kurma amacıyla size gerçek travmalarından ve geçmişlerinden de bahsedebilirler. Ne de olsa konu her zaman kendileridir.
Artık ‘yaz dizisi’ bile istenmiyor
Toplumca samimiyete gerçekte göründüğü kadar değer verip vermediğimizi hep düşünmüşümdür. Buna kafa yormama neden olan şeylerden biri de mesleğimin senaristlik olması. Çocukluğumuzun o bağra basılıp çok sevilen sıcak mahalle dizileri nasıl da yapyakın tarihe gömüldü. İzleyici artık ‘yaz dizisi’ bile istemiyor. Bunların çeşitli sebepleri var. Hiçbir şey naif değilken, gündelik hayat pek çok bakımdan kafamıza inen künt cisim halini almışken toz pembe anlatıların izleyicide pek bir karşılık bulamaması anlaşılır.
Yine de hayatla başa çıkmanın biçimlerinden biri olarak hayattan daha çamur olanı aramak, ucuz entrika, aldatma ve kandırmanın en çok yeğlenen temalar olması, bazen şaşırtıcı gelebiliyor. Herkes hayattan ve hatta çevresindekilerden hep kötülük bekliyor gibi. Bunun abartılı kurmaca versiyonlarını izlemek bir tür rahatlama sağlıyor olmalı.
Eyyam-ı bahur mudur nedir, nemi buharı batasıca, geçmek bilmeyen yaz sıcakları nedeniyle gündüz kapalı mekânda klimasız yerde nefes almak bile imkânsız bu aralar. Sevgili Tuğrul Eryılmaz, okuduğum son yazısında, bu sıcaklarda denize girerken şorta/mayoya bir çivi takma önleminden bahsetmiş. Bu sayede bu sıcaklara özel güneş lekelerinden kaçınmak mümkünmüş. Şaşırarak baktım, Google’da da çivili kolye takmak gibi şeyler öneriliyor. Mutlaka gözlemlere dayanan bilimsel bir yanı vardır. Çivi sıcağın da çivisini söküyormuş anlaşılan!
Hep Aliş yüzünden
Sahte diploma skandalından bahsedecektim, konu nerelerden açıldı. Hep kedim Aliş yüzünden…
Mutfaktaki masayı oturma odasındaki klimanın karşısına taşıdık. Kediler taşınmayı da eşyaların yerinin değişmesini de hiç sevmez. Bir masanın yeri değişti diye tripten tribe girdi, bütün evi baştan sona kokladıktan sonra gidip misafir tuvaletine yerleşti.
Kedilerdeki bu düzen, rutin ve olmuş oturmuşluk merakı beni hep gülümsetir. Bu yazı bağlamında tekrar düşündüm: Türleri gereği kendilerini hala bir belirsizlikler ormanında yaşıyor gibi hissediyor olabilirler. Kendilerine ait sınırlı alanda tam ve net denetleme kabiliyetine ihtiyaç duyuyorlar. “Hayat bu kadar belirsiz, ne zaman nerden geleceği belli olmayan tıkırtılarıyla pek tekinsizken eşya durduğu yerde dursun” diyorlar galiba. Gerçeklikle bağlarını sağlayan, ‘her şeyin yerli yerinde‘ olması. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynı adlı şiiri ne muhteşemdir: “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.”
İşte bu, hayatımız
Bizim eşyaya sinebilecek rüyalarımızı çaldılar. Uykularımızı, rüyalarımızı, süreklilik duygularımızı ve geleceğimizi. Eldeki diplomaların, bunca kitap, bilgi ve birikimin ülkede çoğu insan için ortalama günlük yaşamı kotarmaya bile yetmediği yerde. Salt çok güçlü bir cumhurbaşkanı adayı, iktidara sağlam bir rakip olduğu için İmamoğlu’nun kazanılmış diplomasının bir hokus pokusla hiç edildiği yerde.
BTK’nın mühim miktar şahsi verimizi koruyamadığını, şahsi verilerimizin türlü çetenin eline geçmiş olabileceğini yıllardır zaten biliyorduk. Yaşam koçluğu, gençlik, güzellik sektöründen terapistliğe kadar pek çok alanda sahtekarlığın, kolpalığın hüküm sürdüğünü biliyorduk. Önce suçluyu belirleyip sonra suçu icat eden yargı sopasına güvenimizi ise çoktan yitirmiştik.
Yine de bizi muayene eden doktorun diplomasının, dolayısıyla kendisinin ‘sahte‘ olabileceği, sahte diplomalı bir avukatın ya da e-imzamızı bir biçimde elinde bulunduran birinin, açtığımız davadan haberimiz olmadan vazgeçebileceği ya da hakkımızdaki bir kararı değiştirebileceği türünden bilgiler, yepyeni ve çok ürkütücü. Biliyorum toplumca gerçeklerle yüzleşmek zor geldiğinden, en çamur içerikler de yenilir yutulur gibi gelebiliyor. Yine de kötücüllüğün, yozlaşmanın, sahtekarlığın ve sahteliğin bu düzeyini kurmacada bile hayal etmek zor. İşte bu, hayatımız. Salt samimiyetle değil hakikatle hayatlarımız arasındaki uçurum bizleri yutacak hale geldi.
Ne yapmalı?
Ne yapacağız peki? Sekiz yılı aşkın bir zaman boyunca yazdığım Gazete Duvar kapandıktan sonra yeni evim Diken için yazdığım ilk yazıda da bu soruyu sorarken buldum kendimi. Çünkü popüler kültürden de bir filmden, romandan da siyasi gündeme dair bir konudan da bahsettiğimde, her yazımda hep bir yandan da ‘duygu haritacılığı‘ yaptım. Bu duygularla, bu parçalanmışlıkla, bu umut yetmezliği ve rüya yoksunluğuyla ne yapacağız? Bir toplum olma kabiliyetini ve bunun içinde kendimizi nerden ve nasıl yeniden ve yeniden yeşerteceğiz?
Neşe gibi mutsuzluk da kahkaha gibi bezginlik de bulaşıcıdır ve biz ne yapıp edip daha ‘iyi‘ye dair umudumuzu her gün diriltmek durumundayız. Çünkü tek hayatımız bu, tek mirasımız da bu hayatta yapıp edebildiklerimiz olacak.
Başlangıçlar güzeldir. Muhalif basının alanının bu denli daraldığı, pek çok değerli gazeteci ve basın emekçisinin hapse atıldığı ya da işsiz, mecrasız kaldığı bu zamanda Diken gibi varlığını istikrarla sürdürmeyi başaran yerler birer vaha. Yazılarını ayrı, zarif karakterini ayrı sevdiğim Murat Sevinç hocayla aynı yerde yazmaktan memnuniyetimi de belirteyim bu vesileyle.
Uykularımızı delik deşik ettiler, rüyalarımızı çaldılar. Öyleyse bir rüya hazinecisi gibi, binbir emekle ördüğü yapbozun parçalarını samanlıkta arayan biri gibi her gün rüyalarımızın, yani tetikte uyuyan geçmişin ve belirsiz geleceğin parçalarının peşine düşmeliyiz. Ama bunu mümkünse beraber yapmalıyız. Arama kurtarma ekibine kendini aramak için katılmış o tuhaf şahıslar gibi olsun, yapmalıyız.
En mütevazı görünümlü kibrine sahip toplumlardan biri
Dünyanın en mütevazı görünümlü kibrine sahip toplumlarından biri olduğumuzu düşünüyorum. Öfke çok sık kaynağından sapar ve güç sahiplerine değil benzerlere yönelerek heba edilir. Sömürülenin daha çok sömürülmesine hizmet eden bir şeydir. Bu berbat duygu yönetimiyle kasa hep kazanır.
Kibirli bir toplumuz, çünkü bir mozaik olduğumuz fikri kulağa hoş gelir. Ama pek kimse bunun aynı zamanda kendisinden farklı olanın hakkını da en az kendisininki kadar aramayı, bir üstünlük değil su gibi doğal bir eşitlik hissini daima en önde tutmayı gerektirdiğini düşünmez.
Tepemize sahtekarlıklar tahtı kurdular, hak edilmiş her şeyi çaldılar. Hala kendi iç barışımızın tesisinden çok kendi içimizdeki kavgaların bir parçası olmaya dair bir eğilim yaygın. Yapmayalım. Kaybedebilecek hala çok şeyimizin olduğunu görecek kadar acı ve kayıp deneyimi edinmiş olmalıyız artık toplumca.
İyi şeyler: Bir kitap, bir tokat, bir film
İyi şeyler de oluyor ve olacak elbette. Hemen aklıma gelen birkaçını yazayım.
* Yazının giriş noktası ‘samimiyet‘ti; bu sözcüğün son zamanlarda bende en canlı karşılıklarından biri sevgili İrfan Değirmenci. Gazeteci, televizyoncu ve insan olarak kendisi olma cesaretini ve adalet duygusunu hep koruyan, varlığıyla iç ışıldatan İrfan’ın kitabı çok yakında çıkıyormuş, adı da: “Anne Bir Sabah İyiler Kazanacak”. Samimiyet mi aramıştınız, buyurun.
* Müslüman feminist yazar Berrin Sönmez, Diyanet’in kadının bedeni ve kamusal alandaki varoluşuna dair her zamankinden biraz daha tetikleyici hutbesini protesto için 60 küsur yaşında başını açma kararı aldı. Kadın cinayetlerinin TBMM çalışanı Saliha Akkaş’a kadar uzandığı, ‘aileyi korumak’ söylemleri altında kadınları korumaktan uzak, ülkeyi her yaş ve çevreden kadın için cinayet mahalli haline getiren hâkim anlayışa çok cesur bir tokat, bir kadından.

Türkiye’nin bu yılki Oscar aday adayı ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ni izledim nihayet. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bir seçimde jürisinde de bulunduğum Türkiye Oscar seçici kurulunun şu ana kadarki en isabetli kararlarından biri.
Yerel evrensel dengesini çok güçlü kuran, çok iyi bir ilk film. Bu tanımı, anlatı türlerini birbiriyle karşılaştırarak övmeyi hiç sevmiyorum ama Murat Fıratoğlu’nun yazdığı, yönettiği, başrolünde oynadığı ve yapımcılığını üstlendiği ilk filmi ‘şiir gibi’ hakikaten. Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönen, sonra hem Adana hem de Ankara Film Festivali’nde ‘En İyi Film Ödülü’ne layık görülen film: Evet güneşin altında yeni bir hikâye yok ama bildik hikayeleri hala hem çok sade hem de yenilikçi yollarla anlatırken kalplerde çiçekler açtırmak mümkün, dedirtiyor.

Siverek’in zalim sıcağında geçen, sömürülenler arası bir alt-üst krizini en bildik feodal noktadan başlatıp kahramanın müthiş insani, sıcak ve beklenmedik yolculuğuyla kalıp kırıcı bir kara mizah şölenine döndüren film, her açıdan izlenmeyi hak ediyor, umut veriyor. Şimdi MUBI’de.
“Yazmak kendi sözünü bağlamayı başkalarına bırakmaktır” der Roland Barthes. Bir köşecikten yazarak kurulan köprüleri gerçekten özlemişim. Yeniden merhaba.