
DR. FEYZA BAYRAKTAR
@FeyzaBayraktar_
info@feyzabayraktar.com
Sandığa atılan her oy, yalnızca bugünün vaatlerini değil, geçmişin belleğinde biriken gölgeleri de taşır. Türkiye’nin başkanlık sistemine yönelişi, yalnızca bir yönetim biçimi değişikliği değil. Bu tercih, yüzyıllardır toplumsal hafızada yer eden güçlü lider arzusunun, demokrasiyle kurulamamış derin bağların ve istikrara duyulan ihtiyaçların bir yansıması. Sandık, sadece bir tercih değil; halkın bilinçaltında kök salmış bu kodların bir göstergesi. Bu nedenle oy kabini, yalnızca bir seçim alanı değil; geçmişin izlerinin bugünün tercihlerine yön verdiği bir saha.

Bugün birçok muhalif siyasetçi, “Bir referandum olsa halk parlamenter sisteme döner” diye düşünüyor. Ancak bu beklenti, meselenin derin nedenlerini göz ardı ediyor. Başkanlık sistemine yöneliş yalnızca karizmatik bir liderin popülaritesiyle açıklanamaz. Bu tercihin ardında tarihsel bir güvenlik arayışı, kriz dönemlerinde hissedilen ‘koruyucu bir el‘ ihtiyacı ve Osmanlı’dan miras kalan merkeziyetçi liderlik alışkanlığı var. Bu dinamikler değişmedikçe, sandıktan benzer sonuçlar çıkmaya devam eder. Çünkü mesele yalnızca sistemin adını değiştirmek değil; toplumun demokrasiyle bağını güçlendirmek, geçmişten gelen alışkanlıkları sorgulamak ve halkın siyasetteki sorumluluk bilincini geliştirmek.
Toplumsal belleğin bu eğilimini anlamak için Türkiye’de demokrasinin nasıl yerleştiğine ve halkın bu sisteme nasıl baktığına bakmak gerekir.
Tepeden inen demokrasi
Siyaset bilimci Robert Dahl’a göre, demokrasinin kalıcı olduğu toplumlarda halk, bu düzeni kendi mücadelesiyle kazanmıştır. Fransız Devrimi’nde halkın barikatlarda dökülen kanı, demokrasiye aidiyeti güçlendirmiştir. Türkiye’de ise demokrasi, Atatürk’ün önderliğinde başlatılan modernleşme projesiyle, halkın aktif mücadelesinden ziyade devlet eliyle gelen bir düzen olarak ortaya çıktı. Bu durum, halkın gözünde demokrasiyi ‘kendi emeğinin ürünü‘ değil, ‘tepeden verilmiş bir armağan‘ haline getirdi.
Psikologlar Edward Deci ve Richard Ryan, dışarıdan dayatılan normların kriz anlarında kolayca sarsıldığını vurgular. Türkiye’de demokrasi, kök salmadan rüzgârda savrulabilecek bir fidan gibi kaldı. Modernleşmeyi ‘Batı’nın dayatması‘ olarak gören kesimler de bu yabancılığı pekiştirdi. Osmanlı’dan miras kalan güçlü lider arayışıyla birleşince, başkanlık sistemi birçok kişi için kaotik bir dünyada güvenli bir liman gibi göründü. Bu tablo, halkın neden tam işleyen bir demokrasi yerine güçlü liderlere daha çok bağlandığını anlamak açısından önemli.
Demokrasiyle bağın zayıflığı, kriz zamanlarında güçlü lider arayışını daha da besliyor. Bu noktada, toplumsal hafızada kökleşmiş bir başka unsur öne çıkıyor: Koruyucu lider ihtiyacı.
Koruyucu lider ihtiyacı
Hofstede’nin kültürel araştırmaları, kolektivist toplumların güçlü merkezi figürlere eğilimli olduğunu ortaya koyar. Osmanlı’nın yüzyıllar süren merkeziyetçi yapısı, halkın bilinçaltına ‘koruyucu lider‘ arketipini kazıdı. Jung’un belirttiği gibi, bu arketip özellikle kriz dönemlerinde öne çıkar. Belirsizlik ve kaygı zamanlarında toplum, kendi yolunu çizmek yerine sığınacak bir güç arar. Güçlü lider, bu noktada güvenli bir sığınak gibi algılanır.
Ancak bu sığınma, halkın güçlenmesine değil, sorumluluklarını devrederek bağımlı hale gelmesine yol açar. Liderin kararları, belirsizlik korkusunu hafifletir ama halkı kendi kaderinin sahibi yapmaz.
Bu nedenle, başkanlık sistemi birçok kişi için huzurlu bir liman gibi görünse de koşullar bozulduğunda gücü tek elde toplayan bir zincire dönüşebilir. Toplumsal hafızadaki bu yapı değişmedikçe yalnızca sistem değişikliği çözüm üretmez.
Toplumsal hafıza sadece güçlü lider arayışıyla değil, liderlik ve güç algısındaki sembollerle de şekillenir. Bu noktada, gösteriş ile ulusal gurur arasındaki ilişki dikkat çekici bir unsur olarak karşımıza çıkar.
Gösteriş ve ulusal gurur
Türkiye’de halkın bir kısmı, kendi yoksulluğuna rağmen, siyasi liderlerin görkemli yapılarda oturmasından, lüks araçlara binmesinden ve özel uçaklarla anılmasından gurur duyar. Bu durum dışarıdan çelişkili görünebilir; ancak sosyal psikoloji, bunun toplumsal aidiyet ve özsaygı ihtiyacından kaynaklandığını gösterir.
Leon Festinger’in sosyal karşılaştırma kuramına göre yoksul bireyler, ait oldukları grubun gücünden dolaylı bir üstünlük duygusu elde eder. Maddi sıkıntı yaşayan bir kişi bile, ‘dünyanın en büyük sarayına sahip devletin vatandaşı’ olduğu için gurur duyabilir. Kolektivist kültürlerde bireyin değeri, kişisel zenginlikten çok, ait olduğu grubun prestijiyle ölçülür. Bu nedenle liderin lüksü, bireysel refah eksikliğine rağmen ulusal bir gurur kaynağına dönüşebilir.
Modern demokrasilerde ise liderlik algısı farklıdır. İsveç ve Hollanda’da bisikletle işe giden başbakanlar, halkın gözünde zayıf değil, özgüvenli ve güçlü liderler olarak görülür. Türkiye gibi ülkelerde ise gösteriş, zenginlikten çok, ‘dünyaya karşı güç gösterisi‘ olarak algılanır. Latin Amerika’da, özellikle Venezuela ve Brezilya’da da benzer bir süreç yaşanmış; liderlerin lüks yaşam tarzı halkın gözünde gurur kaynağı olurken otoriterleşmenin zemini hazırlanmıştır.
Tarihsel perspektif de bu çelişkiyi ortaya koyar. Osmanlı klasik döneminde Topkapı Sarayı, Batı’daki Versailles gibi ihtişamlı saraylardan farklıdır; işlevselliği ve sadeliğiyle öne çıkar. Sarayın en yüksek noktasındaki Kasr-ı Adl (Adalet Kulesi), padişaha ve devlet erkânına adaletin gösterişten üstün olduğunu hatırlatırdı. Padişahın meşruiyeti, halkın gözünde adalet dağıtmasından doğardı. Aşırı ihtişam ise devletin zayıflığının işareti sayılırdı. Bugün Osmanlı’yı referans alan birçok siyasi söylem, bu adalet anlayışını göz ardı ederek gösterişi güç simgesi olarak yüceltiyor. Ancak birçok kişi tarih bilgisini yüzeysel kaynaklardan aldığı için bu gerçeklik gözden kaçıyor.
Liderlik algısının bu yönü, başkanlık sistemine yönelik algıyı da şekillendiriyor. Bununla birlikte, sistemi belirleyen bir başka faktör de halkın hafızasındaki ‘kaos’ imgesi.
Parlamenter sistem ve kaos algısı
Başkanlık sistemine yönelişin bir başka nedeni, halkın hafızasında yer eden kaos imgeleri. 1990’lardaki koalisyon hükümetleri ve ekonomik krizler, kolektif bellekte travmatik izler bıraktı.
Daniel Kahneman ve Amos Tversky’nin araştırmalarına göre geçmişteki olumsuz deneyimler, insanların risk algısını biçimlendirir ve onları istikrar arayışına yönlendirir. Bu nedenle parlamenter sistem, birçok kişinin zihninde kaosla özdeşleşirken başkanlık sistemi, ‘tek ses ve güven’ vadeden bir çözüm olarak algılandı.
Bu algıyı değiştirmek için parlamenter sistemin yalnızca teorik avantajlarını anlatmak yetmez. Halkın demokrasiyle bağının güçlendirilmesi ve kendi sesinin değerini fark etmesi gerekir.
Peki, bu noktada muhalefet nasıl bir dil ve strateji benimsemeli?
Muhalefetin anlatması gerekenler
Muhalefet, parlamenter sisteme dönüşü savunurken yalnızca ‘tek adam yönetiminin riskleri’ni değil, demokrasinin özünü anlatmalı. Kuru bir ders gibi değil ama, halkın kültürel kodlarına hitap eden bir dille. Halk, demokrasiyi yalnızca oy sandığıyla değil, kendi hayatına yön verebildiği, haklarını savunabildiği ve karar süreçlerine katılabildiği bir düzen olarak görmeli.
Dünyada başkanlık sisteminin en iyi uygulandığı ülkelerden biri ABD’dir. Ancak ABD’de başkanın yetkileri farklı şekillerde sınırlandırılmıştır. ABD başkanı sınırsız yetkiye sahip değildir. Çünkü:
- Kuvvetler ayrılığı kongre ve yüksek mahkeme tarafından etkin biçimde işletilir.
- Federal yapı, yetkileri merkezden yerellere dağıtır.
- Bireyci kültür ve düşük güç mesafesi, liderden çok kurumların güç kazanmasını sağlar.
Türkiye’de ise yüksek güç mesafesi, kolektivist kültür ve lidere dayalı siyaset geleneği, başkanlık sistemini istikrar yerine merkezileşmiş bir yönetim biçimine dönüştürür. Kurumsal denge zayıf oldukça bu sistem güçlü lider arzusunu besler ve denetim mekanizmalarını zayıflatır. Sonuçta, başkanlık sistemi, güç yoğunlaşmasına ve otoriter eğilimlere zemin hazırlayabilir.
Gerçek bir değişim için ise yalnızca sistem tartışması yetmez. Halkın kendi iradesini güç olarak görmesi gerekir.
Gerçek değişim nerede başlar?
Türkiye’nin başkanlık sistemine yönelişinde yalnızca güçlü lider cazibesi değil, halkın bir kısmının yönetilmeyi tercih etmesi de etkili oldu. Sandığa gitmek kolay; ancak demokrasi, oy vermekle bitmeyen bir süreç. Hakları savunmak, yönetenleri denetlemek ve karar süreçlerine katılmak emek ister. Bu sorumluluk üstlenilmedikçe hangi sistem olursa olsun güç bir ya da birkaç kişide toplanır ve halk pasif bir izleyiciye dönüşür.
Muhalefet, sistem değişikliğini savunurken halka, kendi hayatını yönetmenin ve denetlemenin bir hak değil, zorunluluk olduğunu anlatan bir dil kullanmalı. Halk, sandığın ötesine geçip iradesini gerçek bir güç olarak görmeye başladığında sistemin adı ne olursa olsun demokrasi kök salabilir. Ancak o zaman bu topraklarda döngü değil, gerçek bir değişim başlayabilir.
Gerçek dönüşüm, gösterişli saraylarda değil,halkın iradesini taşıyan kurumlarda ve sorumluluk alan yurttaşlarda filizlenir. Aksi halde tarih aynı uyarıyı fısıldar: “Kendi kaderine sahip çıkmayanlar, başkalarının gölgesinde yaşamaya mahkûmdur.”