
MURAT SEVİNÇ
Geçen ay vefat eden Fulya Atacan ile hiç sohbetimiz olmadı. Birkaç kez karşılaştık, o kadar. Yazdıklarından, isminden haberdardım. 9 Temmuz’da İngiltere’de yaşamını yitirdiğini öğrendiğimde çok üzüldüm. Hakkındaki yazıları okuyunca kaybın büyüklüğünü ve Fulya Hoca’nın değerini daha iyi anladım. Meslektaşım ve KHK’lilikten kaderdaşım Ece Öztan, Diken’de Atacan’ın ardından yazdı.
Fulya Atacan bizler gibi KHK’lı ‘imzacı’ akademisyenlerden biri. 7 Şubat 2017’de 686 sayılı KHK ile atılmıştı, aynı tertipteniz!
Yüzlerce imzacı akademisyen gibi yargılandı Atacan. Had safhada bağımsız ve tarafsız mahkeme önünde yaptığı savunmada şunları söyledi: “Ben ölen çocuğunun bedenini defnedemediği için derin dondurucuda saklamak zorunda kalan anneye ilişkin haberleri okuduğumda, bir süre elim her buzdolabına değdiğinde, ben sevdiğim bir kişiyi günlerce bu dolapta saklamak zorunda kalsaydım nasıl yaşamıma devam edebilirdim diye düşündüm. Benim vicdanım bunu kabul etmedi. İnsan kalabilmek için ses çıkarmak zorundaydım. Aslında temelde barış talep eden, hiçbir biçimde şiddeti övmeyen bu bildiri bana bu imkânı verdi. Gayet konforlu evimden çıkmadan, bir bilgisayar başında vicdanen rahatsızım dedim. İddianamede de açıklandığı gibi yasal bir devlet politikası haline gelen çözüm sürecinin devam etmesini, barışı talep ettim.”
Barış Akademisyenleri’nin bir kısmı KHK’lı olup ihraç edilmişti, şimdiye dek pek azımız iade edildi. Hepimiz hakkındaki davalar ise sürüyor. Neyse ki Türkiye bir hukuk devleti, buna güveniyoruz!
‘Devletin kapıkulları…’
Birkaç gün önce Fulya Atacan için Bağlam Yayıncılık’ta anma toplantısı yapıldı. Boğazımızda düğümle geçirdiğimiz iki saat boyunca, meslektaşları, öğrencileri Fulya hoca hakkında konuşmalar yaptı.
Bir diğer KHK’lı imzacı meslektaşımız Hakan Koçak sosyal medya hesabında anma toplantısı hakkında bir şeyler yazmış. Toplantıdan aynı duygularla ayrıldığım için Koçak’ın birkaç satırını alıntılamak istiyorum: “Bir insan nasıl haysiyetli biçimde geçer gider bu dünyadan sorusuna yanıt bulacağınız bir akşamdı… Bir öğrencisinin anlatımıyla gözlerim doldu. 28 Şubat sürecinde Marmara Üniversitesi’nde Kemali Saybaşılı’nın, Fulya hocanın vb. nasıl rektörlüğün ‘başörtülüleri derslere almayın’ talimatını dinlemediğini, bu yüzden uzaklaştırıldıklarını anlattı… Bizimkiler hep ilkeli… durdular. Çok ağır bedeller ödediler. Bugün sahtekarlıklarla anılan akademide kardelenler gibi açtılar. Ne postala, ne cemaatçilere, ne Saray’a eyvallah dediler… Aklıma 28 Şubat’ta gencecik başörtülü kızların bir kez yanında durmayan, sakallarını kesiverip ortama uyumlanan o ağır milliyetçi-muhafazakar hocalar geldi. Hayatlarında bir tek gün bile ilkeleri için bedel ödemeyen, devletin kapıkulları… Fulya hoca gibiler kaderini yaşarken, baştacı edilen tipler vs… Bilmiyorum, sadece ağır bir haksızlık görüyorum, artık dayanılmaz geliyor bana…”
Hakan Koçak çok haklı. Memleketimizin şanlı ‘adaletsizlikler’ tarihinin en ağır sayfalarından biridir meslektaşlarımıza yaşatılan. Bu konuya ömrüm oldukça tekrar tekrar döneceğim. Şimdi, Atacan dolayımıyla akademinin geçmişte kalan bir özelliğine değinme niyetindeyim. Kısaca.
Anma konuşmalarında dikkatimi en çok çeken konulardan biri, Fulya hocanın güleçliğine yapılan vurgular oldu. Yalnızca gülümsemesi değil, anlayışlı, diğerkam, ‘olmuş’ insanlara has bir güleryüzlülüktü anlatılan. Biraz dalgacılık, biraz aksilik, sürekli ‘yekdiğer‘ini anlama çabası, merak… Yalnızca kendisini değil, çevresindeki herkesi canlandıran, yaşama bağlayan, azimli bir merak.
‘Farklı’ birinden söz edildi her konuşmada. Sıradanlığı reddederken farklılığını göze sokmayan, akademide mebzul miktar bulunan şımarıklardan değil, disiplinli bir ayrıksılık örneğiydi anlatılan insan. Hal böyleyken, konuşmalar ve paylaşılan fotoğraflar bana tanık olduğum, yaşımın yettiği akademiyi hatırlattı.
Ne demek ‘renkli’?
Geçen yıl Mülkiyeliler Birliği’ndeki bir toplantıda birkaç kişi, kendi bildiğimiz Mülkiye’yi anlatan konuşmalar yapmıştık. Kürsüdaşım Dinçer Demirkent okulunu anlatırken, içinde acayiplikler, komiklikler, farklılıklar, değerler barındıran ‘renkli’ sıfatını kullanmıştı. Hakikaten de ‘renkli’ bir yerdi okul ve akademi.
Ne demek bu?
Tuhaf insanlar vardı, sağda solda karşılaşmayacağınız türden. Onların, geçmişe dair daha da tuhaf hikâyeleri olurdu. Hoca hikayeleri, öğrenci hikayeleri… Her şeyin her zaman iyi olduğu, övülmesi gereken bir yer değil, ancak tam anlamıyla renkli bir yerdi. Zamanında TV’de bir spor yorumcusu agresif bir futbolcu için, “Tımarhaneye hasta ziyaretine gitse kefilsiz dışarı çıkarmazlar bu adamı” demişti. Tımarhane bazen olumlu çağrışımlar için de kullanılır; bizim tımarhanelerimizde, onca derdin tasanın, onca sorunun, onca adaletsizliğin ve eşitsizliğin yanında, akademiye yaratıcılık kazandıran bir renk, anlatılması güç bir acayiplik de vardı.
Kişiliksiz bir ‘atanma ve yükselme’ zinciri
Yıllar içinde sıradan kamu kurumlarına dönüştürülmek istendi akademi. Direnenler hep olmuştur, yine var kuşkusuz. Ancak ‘kurumlar’ın böyle bir derdi olmadı. Farklılığın peşinde koşanlar genellikle azınlıkta kaldı. İtibarına düşkün bir üniversite gibi davranmayı seçen Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılanlar herkesin malumu. Çalışanının kendisine ilişkin neredeyse hiçbir şeye karar veremediği, kurulan sistem nedeniyle akademisyenin ‘amir’ine muhtaç hale getirildiği kişiliksiz bir ‘atanma ve yükselme’ zincirine dönüştü kurumlar.
Batı’yı da saran ‘yayın deliliği ve aptallığı’nın esiri haline getirilen üniversite çalışanları; mütemadiyen ‘puan toplayan’, orada kalabilmek için puan toplamak ‘zorunda kalan’, çalışma alanından giderek daha az zevk alan, haliyle gerekli saygıyı da duymayan, keyif için yazıp çizmeyen, akademik kariyerini ‘başını derde sokmadan’ puanlarına puan eklemek hırsı üzerine inşa eden, çoğunlukla ‘mutsuz’ insanlara dönüşmüş halde. Olabilecek en güzel uğraş olan okuma-yazma ve anlatma faaliyetini bu hale getirdikleri için. Böyle yerde renk olur mu, herhangi bir ‘rengin’ bu dünyanın kapısından girmeye heves etmesi, ya da girme şansı bulması mümkün mü?
Şu sıralar, memleket üniversitelerinde bazı unvanların sahtecilikle edinildiği vs. iddiaları konuşuluyor. Kadrolaşma, filan fıstık. Çoğu yurttaş şaşırmış gibi yapıyor. Kimi eski siyasetçiler ‘hayret’ içeren mesajlar yayınlıyor. Riyakâr şaşkınlık gösterilerine gerek yok. Türkiye’de her şey olması gerektiği gibi. Her sektördeki ortalama ahali, yaşananları hak etmek için büyük çaba harcadı. Üniversite camiası dahil.
Yüngülce göçüp gitti
Fulya Atacan sayısız öğrenci ve meslektaşına kapılar aralayan, merak duygusu uyandıran, içinde yeşerdiği toplumu önemsediğinden ‘diğeri’ için başını derde sokmaktan çekinmeyen, sorumluluk sahibi ve belli ki çok renkli bir hocaydı. Eski Türkiye’nin üniversitesinde var olabilen capcanlı renklerden.
Rahmetli annem, hafif yerine ‘yüngül’ sözcüğünü kullanırdı. Fulya hoca bu dünyaya çokça kamusal yarar sağladı, birilerinin yaşamını değiştirdi, güzel anılar bıraktı ve yüngülce göçüp gitti. Huzur içinde uyusun.
Yazı Önerisi: Berrin Sönmez’in etkileyici yazısını buraya bırakıyorum.