TUNCA ÖĞRETEN
@tuncaogreten
Cumhuriyet gazetesi davasında Kasım 2016’da tutuklanan ve 330 günlük tutsaklığın ardından tahliye edilen gazeteci Kadri Gürsel’in yazdığı ‘Ben de sizin için üzgünüm’ kitabı raflardaki yerini aldı.
Gürsel’in kitabında tutuklandığı Cumhuriyet davası da, ana akım medyada çalıştığı sırada başından geçenler de, Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından geldiği nokta da, kendi hayatı içerisinden bazı otobiyografik bölümler de var.
Gürsel ile yeni kitabını, Türkiye’de gazeteciliğin geldiği noktayı ve geçen hafta tartışmalara neden olan, bir televizyon kanalında sarfettiği sözleri konuştuk.
‘Ben de sizin için üzgünüm’ü okuyacak olanları ne bekliyor?
Bu kitapta, Türkiye’nin nasıl kötüye gittiğini basın özgürlüğünün ortadan kaldırılmasının bağlamına oturtarak anlatmaya çalıştım. Basın özgürlüğü sadece gazetecilerin özgürlüğü değildir. Basın özgürlüğünün olmadığı bir ülke felaketin eşiğindedir. Okurun bunu kavramasını diliyorum. Ayrıca, Türkiye’de gazetecilik ölmüşken, yeni bir gazetecilik bilinci yaratmak umuduyla tartışma başlatmak da istedim.
Bugün gazeteciler kitaplarını yayımlatmakta güçlük çekiyor. Cezaevinden yeni çıkmış bir gazeteci olarak kitabınızı yayınevlerine götürüp reddedildiğiniz oldu mu?
Destek Yayınları cezaevinden çıkmamın ardından hemen kitap yazma önerisiyle geldi. Ne yazacağımı dahi sormadılar ve beni tamamen serbest bıraktılar. Ben de en sık maruz kaldığım sorulara bu kitapla birlikte yanıt verdim.
Neydi size yöneltilen sorular?
Örneğin hapisteyken bir ziyaretçim, “En çok neyi özlediniz” diye sormuş, ben de “Hiçbir şeyi” yanıtını vermiştim. Kitapta neden böyle bir yanıt verdiğimi, bunun nasıl bir savunma ve direnme tarzı olduğunu anlattım. Buradan kitabın sadece Cumhuriyet davası ya da hapishane kitabı olduğu anlamı çıkmasın tabii.
‘Sözümü söyleyebilmek için Nagehan Alçı’ya tahammül ettim’
Kitapta yıllardır peşinizi bırakmayan “O kadına nasıl tahammül ettiniz” sorusunun da yanıtını veriyorsunuz. Nagehan Alçı’ya nasıl tahammül ettiğinizi değil de, neden tahammül ettiğinizi merak ediyorum.
Bakın, gazeteciler ilkeli ve omurgalı olmak zorundadır. Ben de kendimi omurgalı bir gazeteci olarak niteliyorum. Meydan okumaları severim. O dönem Emre Kongar, CNNTürk’te yayınlanan ‘Dört Bir Taraf’ adlı programdan ayrılmıştı. Yerine de beni düşünüyorlardı. Tabii başta tedirgin olmuştum.
Neden tedirgin olmuştunuz?
Nagehan Alçı gibi biriyle program yapacaktım çünkü. Oysa ben Alçı’yı seyretmeye dahi tahammül edemiyordum. Sonra düşündüm… Söyleyecek, anlatacak şeylerim vardı. Bunu da geniş kitlelere ulaştırmak için ana akımda yapmam gerekiyordu. Türkiye’nin giderek karanlığa evrildiği bir dönemde sözünü hala söyleyebiliyor olmanın, o zamanlar maddi değil ama manevi bir bedeli vardı.
Neydi bu bedel?
Nagehan Alçı’ydı… Sözümü söylemek için Nagehan Alçı’ya tahammül etmek zorundaydım. İşte bu da kendime karşı bir meydan okumaydı. Sonunda Alçı karşısında dengemi korudum, öfke kontrolümü azami ölçüde tuttum ve canlı yayın tuzaklarına hiç düşmedim. Böylece bir buçuk yıl boyunca başarılı bir performans gösterdiğimi düşünüyorum.
’15 Temmuz’da İstanbul’da olsam geceye tanık olmak için sokağa çıkardım’
Kitabınızda gazeteciliği, “Öğrenmeye meraklı ve bunun için soru sormayı seven insanların orta halli gelir karşılığında yapabilecekleri en keyifli meslek” olarak tanımlıyorsunuz. Bugünse omurgalı ve ilkeli gazeteciler ne yazık ki mesleğin keyifli yanlarını tadamıyor. Neden hala gazetecilik yapıyoruz sizce?
Benim bu soruya cevabım, “Karakterim öyle gerektirdiği için” olur. İnsanın karakterinin, aynı zamanda onun kaderi olduğuna inanırım. Öte yandan meslek disiplini içerisinde yazılmış bir haberi kamuoyu okuyabilsin diye hapse girmek, açlıkla sınanmaya değer mi? Bence değmez. Ama işte bu da böyle bir paradoks.
Kitabın bir bölümünde 15 Temmuz darbe girişimi sırasında tatilde olduğunuzu ve bir sonraki gün insanların eğlenmeye devam etmesine nasıl şaşırdığınızı da anlatıyorsunuz. İstanbul’da olsaydınız o gece sokağa çıkar mıydınız?
Çıkardım. Ancak sokakta ne kadar kalırdım, kalabilirdim onu kestiremiyorum.
Darbe girişimine karşı koymak için mi yoksa gazeteci olarak mı çıkardınız?
Gazeteci olarak, o gece yaşananlara tanık olmak için çıkardım. Ailem çıkmamı istemezdi ama bu kalkışmayı görmek, olayı kavramak sokağın temposuna tanık olmak için çıkardım. Taksim’de oturuyorum. Burada tarihsel olaylara tanık oldum. Gezi de onlardan biriydi. Gezi protestoları sırasında da sokağın nabzını tutmak, koklamak için sokağa çıkar, sonra da yazımı yazardım.
‘ARTI TV’deki sözlerim bağlamından koparılarak verildi’
Kısa bir süre önce Artı TV’de bir programa katıldınız. Yayın sırasında “Her ülkenin bağımsız, profesyonel, namuslu gazetecilere ihtiyacı olduğu görüşündeyim. Bu da ancak ana akım medyayla gelen bir kalite ve niteliktir” dediniz. Tam olarak ne demek istediniz?
Öncelikle bütün bir sohbetin içeriğinden, bağlamından koparılarak o bölümün yayınlamasını dürüst bir davranış olarak değerlendirmediğimi söylemek isterim. Kitabım hakkında yapılmış bir söyleşiydi ve o bölümde gazeteci-patron ilişkisinden, ana akımın bitirildiğinden ve aslında ana akımın öneminden söz ediyordum.
Yani aslında tartışma yarattığı biçimiyle söylemek istemediniz mi?
Gazetecilik kariyerimde hiçbir zaman “Ben aslında şunu demek istedim” demek zorunda kalmadım. Gazetecilik bir kelime seçme sanatıdır, ben de kelimeleri seçerek konuşan bir insanım. O söylediklerim ilk kez düşünülmüş şeyler değildi. Bu sözleri daha önce de pek çok toplantıda dile getirdim. Burada esas ihtiyacımız olan şey kavramsal düzeyde bu konuyu tartışmaktır.
Anlamadım…
Konuyu bağlamına oturtarak tartışmamız gerekiyor ki aslında tam da bunu yapacak dönemdeyiz. Zira şu an ana akım dediğimizde, somut olarak gönderme yapabileceğimiz bir ana akım yok. Ancak idealize edebileceğimiz bir ana akım var. Ben de idealize ederek konuşuyorum. Maalesef kullandığım kavramların ne anlama geldiğini yerli yerine oturtamayan muhataplarla karşı karşıyayım. Bu çok üzücü.
‘Gazeteci barış için, hak mücadelesi için gazetecilik yapmaz’
Siz nasıl bir ana akım modeli tahayyül ediyorsunuz?
Ana akım yaygın medya, çok satan gazete demek değildir. Ana akım medya, sürdürülebilir bir iş modeline oturmuş, bağımsız, gazeteciliğin meslek ilkeleri ve standartlarına asgari düzeyde de olsa saygılı olan, uyum gösteren, onu ölçü alan sesli, çoğulcu bir medyadır. Örneğin Nadir Nadi ölene dek, Hasan Cemal’in yönettiği Cumhuriyet de -her ne kadar Cumhuriyet bir fikir gazetesi olarak görülse de- sapına kadar ana akım basının bir parçasıydı.
Türkiye’de Cumhuriyet dışında gerçek anlamda ana akımı temsil eden bir başka gazete daha olmadı mı?
Türkiye’de ana akım medya başından beri çok sorunluydu. Ancak tüm bu olumsuzluklar, ana akım medyanın bir iş modeline sahip olmasının önüne geçmedi. Öte yandan profesyonel insanlar da çalıştı elbette. Ancak üzülerek söylüyorum, profesyonelliğin ne olduğu da tam olarak anlaşılmış değil.
Kimdir profesyonel gazeteci?
Profesyonel insan, meslek insanıdır, gazetecilik için gazetecilik yapandır. Profesyonel gazeteci barış için, hak mücadelesi için gazetecilik yapmaz. Bir dava insanı değildir. Gazeteciliği bir şeyin aracı haline getirmek, gazeteciliğe yapılan kötülüktür. Gazeteciliği suiistimal etmektir. Amacınız ne kadar ulvi olursa olsun, gazeteciliği düzgün yapmak bir demokrasi savunuculuğudur zaten. Demokrasinin bekçiliğini yapmak böyle bir şey.
Namuslu ve iyi gazeteciler yalnızca ana akımda mı yetişebilir?
Profesyonellik, gazeteciliğe hakim olmayı, onu iyi bilmeyi gerektirir. Tecrübe kazanmak için de zamana ihtiyaç duyulur. Bir gazetecinin yetişmesi için 10-15 yıl gerekiyor. Bakmayın gökten zembille inenlere, köşeler verilenlere. Onlar gazeteci değil. Cumhuriyet’te başladım gazeteciliğe. 2007’de Milliyet’te köşe yazmaya başladığımda 20 yıllık gazeteciydim. Dış haberlerden yazı işleri müdürlüğüne birçok kademeden geçtim. Agence France-Presse’in (AFP) İstanbul muhabirliğini yaptım. Profesyonellik böyle bir şeydir. Gazetecilik hala meslek pratiği içinde ustaya ihtiyaç duyulan bir meslektir.
Ana akım dışında usta gazeteci yok mu?
Normal bir ülkede ustaların olduğu yer ana akımdır. Bu insanlar genellikle orta yaşlı veya yaşı daha ilerlemiş insanlardır. Aile kurmuşlardır, orta sınıf standartlarında bir yaşam talep ederler. Kaliteli gazetecilik yapılabilmesi için rekabetçi bir düzen olmalı. Rekabetçi düzende de ödül vardır. Ödüllendirilmek için de pozisyon ve para gerekli. Bu da ancak ana akımda olan bir şeydir. Meramım bu aslında. Bizdeki ana akım zaten sorunluydu, 2018’de Doğan Medya’nın Demirören’e transfer edilmesiyle de bitti.
Ana akımın 2018’de bittiğini söylüyorsunuz. Ancak size göre 2018’e dek ayakta kalan ana akım, 2013’teki Gezi eylemlerini görmezden geldi. Böylesine önemli bir halk tepkisini görmeyen ana akımın işini namuslu ve profesyonelce yaptığını söyleyebilir miyiz?
Hayır söyleyemeyiz. Ana akımın bitişi 2013’le başlamıyor ki. Deniz Feneri’ni haber yapmadı mı ana akım? Yaptı. Rutin bir haberdi. Ama sonra ne oldu? Üzerlerine mali müfettişler gönderildi. Değil Türkiye, dünya tarihinde görülmemiş vergi cezaları geldi. Türkiye’de ana akımın yok edilmesi, Türkiye’nin otoriterleşme tarihiyle paraleldir. 2008’den başlar, 2018’de biter. Ben ana akım derken, tarihsel bir duruma atıfta bulunmuyorum, kavram üzerine tartışıyorum. Mesela 70’leri anımsıyorum… Demokrat, Politika, Aydınlık gibi gazeteler vardı. Ana akım değillerdi ama dudak uçuklatan tirajları vardı. Cunta tarafından kapatıldılar. Oradan çıkan gazeteciler ana akım basına katıldılar. Cumhuriyet’e ya da başka gazetelere gittiler ve oraları ihya ettiler. Bu ne anlama geliyor?
Ana akım dışında da iyi ve namuslu gazetecilerin çıkabileceği anlamına gelmiyor mu?
Demek ki oralarda siyasi motivasyonla da olsa gazetecilik yapanlar bir yeteneğe sahiplerdi. Mesela Cumhuriyet, büyük atılımını buradan çıkan insanlar sayesinde yapmıştır. Hürriyet ve Milliyet’e de çok sayıda insan gitmiştir buralardan. Ancak önemli bir not düşmek isterim… Doğruyu söylemek, doğru yerde durmak iyi gazetecilik demek değildir. Gazetecilik başka bir şeydir.
Nedir?
Bugün gazetecilik neredeyse aktivizmle özdeş görülüyor. Büyük riskler göze alıp gerçekleri haykırma cesaretine sahip olanlar da iyi gazeteci olarak değerlendiriliyor. 70’lerde Cumhuriyet’e giden insanların nitelikli olduğunu söylemek için çıkıp geldikleri Demokrat, Politika ve Aydınlık gibi yerlerde de iyi gazetecilik yapılıyor olduğunu varsaymamız gerekmiyor. Oysa çok iyi gazetecilik falan yapılmıyordu. Ancak bunlar çok okuyan, meraklı, eğitimli, yabancı dil bilen, kafası çalışan insanlardı. Bugün ana akım olmayan gazetelerde, bu nitelikleri taşıyan insanlara hak ettikleri maaşların verilebileceğini zannetmiyorum. Bu nitelikte insanlar oralarda çalışıyorlarsa, kendilerinden büyük fedakarlık yaparak çalışıyorlardır.
‘Demokrasi bedava değil’
Doğan Medya’nın Demirören’e satılmasıyla, iki gazete dağıtımcısından biri olan Yay-Sat da kapatılıyor. Gazetelerin tümü Turkuvaz Medya tarafından dağıtılacak. Siz bu tekelleşmeyi bir tehlike olarak görüyor musunuz?
Bu tehlikeden de öte, iktidara biat etmeyen tüm yayın organları için bir tehdittir. Teorik olarak kağıt devrinin sona erebileceği anlamına geliyor. Ya da bütün bu yayınlar bir araya gelecek ve yeni bir dağıtım şirketi kuracaklar. Ancak bunun için de sermaye gerekiyor. Bu sermayeyi nasıl bulacaklar? Bir işbirliği modeli geliştirilmeli.
Bu mesele medyayı kaçınılmaz olarak dijitale yönelmeye zorlar mı? Ancak burada da bir başka sorun var ki, o da Türkiye’de okurun dijital yayınlar için para vermeyi tercih etmiyor oluşu… Okur da bir noktadan sonra kendini değiştirmek zorunda kalacak mı?
Okur bilinç sıçraması yapamazsa, dijitalde yürüyen sürdürülebilir iş modellerinin geliştirilmesi de mümkün olmaz gibi geliyor bana. Okura, ne tür bir tehditle karşı karşıya olduğunun gösterilmesi gerekiyor. Yani bedava haber ve yoruma alışmış bir okur, eninde sonunda bedava haber ve yorumu bulamayacağını idrak etmeli. Biz gazeteciler hapse atılalım, açlığa mahkum edilelim ama okur hiçbir şey olmamış gibi devam etsin… Böyle olmadığını görmeli ve buradan artık ders çıkarmalıyız. Okurun bağımsız, profesyonel gazeteciliği desteklemesi gerekiyor. Demokrasi bedava değil.