Okura not:
Günün 11’i, Türkiye medyasındaki görüş ve yorum çeşitliliğini yansıtmak amacıyla hazırlanmaktadır. Aşağıda özetini bulacağınız yazıya yer vermemiz, içeriğini onayladığımız ve/veya desteklediğimiz anlamına gelmez.
Kurumların ‘politik popülizm’ ile kültürel alanı işgal ettiği gerçeği her zamankinden daha etkili bir hal kazanıyor. Sanat, siyasetle temas ettiğinde mutlaka araçsallaşır demek istemiyorum ama şunu net biçimde söyleyebiliriz: Kültür politikaları liyakate değil popülizme yaslanıyorsa kültür kısa sürede bir propaganda aparatı haline gelir. Bu, sadece bireysel değil, kurumsal şarlatanlıktır da. Bu durumda sanatın entelektüel zemini zayıflar. Tartışma, üretim, eleştiri, sezgi gibi kavramlar yerini kişisel PR, görünürlük ve network odaklı bir kariyer stratejisine bırakır. Kültürel hafıza yanıltılır. Gelecekte bugünleri hatırlayacak olanlar, hakikati değil, ödüllendirilmiş sahteciliği referans alır. Bu, toplumsal bir hafıza kirliliğidir. Toplumun hakikatle ilişkisi bozulur. Gerçeği değil, ‘destekleneni’ doğru sanmaya başlarız. Bu noktada kültür, sorgulamanın değil, itaatin alanı haline gelir.
Kurumlar, iletişim mecraları ve devletler, ödül yoluyla kültürel alanda temsil dağıttıkları için etik bir sorumluluk altındadırlar. Ödül verdikleri, övdükleri, destekledikleri ya da sahneye çıkardıkları kişi ya da üretimler; sadece sanatın değil, toplumun vicdanında da bir ‘referans’ haline gelir. Ve eğer bu referans noktaları sahte kimliklerse, bu sadece bir sanat krizi değil, bir ahlak krizidir. Sahte kimliklerin sadece toplumun belli katmanları tarafından değil, doğrudan devlet ve kurumsal yapılar tarafından ödüllendirilmesi yalnızca bir bireyin ‘olmuş gibi görünme’ çabasını meşrulaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda değer üretme ölçütlerini kökten çarpıtıyor. Ödül derken sadece sembolik, törensel onurlandırmadan değil aynı zamanda mali destekten de bahsediyoruz.