ECE DENİZ
ecedeniz@diken.com.tr
@meneksecedeniz
32’nci Uluslararası Altın Koza Film Festivali ulusal uzun metraj yarışması finalistlerinden biri de ‘Gündüz Apollon Gece Athena’.
Yönetmen ve senarist Emine Yıldırım, annelikten yakın tarihe ve Anadolu’nun kadim geçmişine uzanan ilk uzun metraj filmi için “Bu film, bu toprakların hikayesi olmak zorundaydı” dedi.

Emine Yıldırım’ın yönettiği filmin başrollerinde Ezgi Çelik (Defne), Barış Gönenen (Hüseyin), Selen Uçer (Nazife), Deniz Türkali, Lale Mansur ve Gizem Bilgen (Antik) yer alıyor.
Yetimhanede büyüyen Defne bir gün kafasına isabet eden gaz fişeği sonrası hayaletler görmeye başlıyor. Arafta kalmış dünyadan bir türlü gidememiş bu hayaletlere sorarak annesini aramaya başlayan Defne, kısa süre içinde hem Antik dönemden hem Türkiye’nin yakın tarihinden hayalet dostlar ediniyor. Annesini aramak için giriştiği bu macera çeşitli yüzleşmeler ve birlikteliklerle onun karakterini de dönüştürüyor.
‘Kutsal annelik’ten, yakın tarihimizdeki faili meçhul kayıplara, kadim Anadolu geleneğine ve mitolojiye uzanan bu film hem gerçeküstü detaylar, hem de toplumsal travmalarla yüzleşmesiyle oldukça özgün bir iş.
Film adınıysa Side Antik Kenti’nde yer alan Apollon ve Athena tapınağından alıyor.
‘Gündüz Apollon Gece Athena’ filmi dün (26 Eylül) itibariyle vizyonda.
Film ayrıca Tokyo Film Festivali’nde Asya’nın Geleceği bölümünde en iyi film ödülünü kazandı.

Yönetmen Emine Yıldırım filmin yolculuğunu Diken’e anlattı:
Filmin başkarakteri hayaletlerle konuşan bir kadın, bu hikaye ortaya nasıl çıktı? Ayrıca senaryo daha yazılmamışken filmi Side Antik Kenti’nde çekmeye karar verdiğinizi söylediniz. Tüm bu süreç nasıl gelişti?
Ben mesela çok lineer düşünen birisi değilim. Aynı anda yöneldiğim bir sürü tema vardı. Aklımda hayaletler gören aksi bir kadın hikayesi vardı.
Antik kente de gidince evet filmin mekanı burası dedim. Kışın gitmiştim, hayalet bir şehir gibiydi. Güzel bir yer ve çok garip bir enerjisi var. Orada tarihi yapılar ve insanların yaşadığı yerleşim yerleri iç içe. Mesela Efes ya da Aspendos gibi değil. Hani kendi başına uzakta ziyaret edeceğiniz turistik bir yer gibi değil.
Orada şimdiki zamanın ve geçmiş zamanın bu kadar iç içe olması beni çok etkiledi. Işığının çok güzel olması, denize sıfır olması güzel bir görsellik sunuyordu. Sinematikti kısaca. Bir de prodüksiyon için çok rahat ve uygundu. Her yer yürüme mesafesindeydi.
Ben de film için ferah, insanın içini açan bir yer istiyordum. Çünkü mekan da filmin bir parçası ve eğreti durmaması gerekiyor. Böylece bir şekilde mekanın bulunuşu ve hikaye birlikte gelişti.
Filmin bütçesi de mekan seçiminde etkili oldu anlaşılan.
Evet, tabii ki düşündüm. Film yapmak çok pahalı bir şey. Bir film çekmek isteyen bizim gibi bağımsız sinemacıların fizibilite çalışması da yapması gerekiyor.

Kast direktörü olmayan bir film
Filmin kast direktörü yok, oyuncu seçimlerini nasıl yaptınız? Neden bir kast direktörüyle çalışmak istemediniz?
Bilmiyorum öyle bir karar oldu. Zaten Ezgi Çelik (Defne karakteri, başrol) işin başından beri yani bizleydi. Onun tavsiyeleri oldu. Biz de o sırada zaten çok oyun izliyorduk, sinemaya gidiyorduk. İstediğimiz oyuncular kim olabilir diye düşünüyorduk.
Filmin değişik bir tonu var, mizah var, absürtlük de var. Bundan rahatsız olmayacak ve biraz o kanala girebilecek oyuncular bulmaktı derdimiz. Bizim için önemliydi. Dolayısıyla biz kendimiz biraz bunu üstlendik. Hassas davrandık bu konuda.

Mesela Deniz Türkali ve Lale Mansur bu isimlere nasıl karar verdiniz? Lale Mansur mu oynasa dediniz karakteri yoksa bu isim size önerildi mi?
Zaten Lale Mansur’u düşünüyorduk hep. İlk onu düşündük hatta, Deniz Türkali’nin de zaten yakın dostu. O da tavsiye etti Lale’yle konuşun diye. Bir yandan rolü Lale Mansur’un taşıyacağını hissetmiştik, zor bir rol.
Lale ile konuşun diye. Bir taraftan Lale Mansur’un bu rolü taşıyabileceğini zaten.
Çünkü öyle bir kadın karakteri sahiplenmek zordu. Kendini hayatını seçmiş ve bundan da utanmayan biri. Bunun altında ezilmiyor. Her oyuncu böyle bir rolü oynamak istemeyebilir, anneliği benimsememiş bir kadın Türk toplumu için aykırı bir rol.
Lale Mansur ve Deniz Türkali’nin de Türkiye sinema tarihinde önemli yerleri var. Bu yüzden bizim için gayet normaldi bu rolleri onlara teklif etmek.
Selen Uçer’i de tanıyordum, o dönem Barış Gönenen’in (Hüseyin) ‘Çilingir Sofrası’ filmi çıkmıştı. Oradaki performansını çok beğendim. Ezgi de Barış oynayabilir belki dedi, senaryoyu Barış’a gönderdik. O da çok sahiplendi rolü.
Film için hiç audition yapılmadı o zaman.
Olmadı, zaten hepsi işlerini aşağı yukarı bildiğimiz oyunculardı. Konuşurken de görüşürken bir oyuncunun rolü isteyip istemediğini anlıyorsunuz.

‘Dışlanmış hissediyoruz ait olma çabamız buradan geliyor’
Yakın dönem sinemamızda karakterlerin böyle spiritüel arayışları, fallar veya değişik inançlarla kendini aradıklarını gözlemliyorum. Mitolojik, dini, tasavvufi bambaşka akımlar bireyin kendini bulmasına aracılık eden şeyler olarak öne çıkıyor. Belki bir süre sonra bu dönemde bu yönelimle üretilen işleri böyle sınıflandıracağız. Siz ne düşünüyorsunuz, neden bu seçimler yapılıyor?
Aslında çok bilemiyorum. Bence o arayış hep vardı ama asıl mesele o değil. Ben orada size katılmıyorum, üzgünüm. Asıl mesele bir sürü karakterin aidiyet hissinin problemli olması. Ait hissetmiyor yani ait hissediyoruz ama bize sanki buradan değilmişiz gibi hissettiriliyor. Bir çekin gidin buradan meselesi var.
Kendimizi dışlanmış hissediyoruz ve ait olmaya çalışma çabamız da buradan geliyor. Bu arayışlar ben de bu memleketin bir parçasıyım, benim de burada hikayem var, demek. Ben de burada kalacağım, istediğimi bulacağım ve ayaklarımın üstünde ben de sağlam durmaya çalışacağım. Burada böyle bir arayış var.
Bu noktada kendimize şunu sormalıyız: “Ben nerede duruyorum bu ülkede? Nasıl ben de burada var olabilirim?” Soru bence o. Psikolojinin de ötesinde bence bunun sosyolojik bir tarafı da var.
Filmde eklediğiniz veya çıkardığınız karakterler oldu mu? Bazı sahnelerde doğaçlamaya izin verdiniz mi?
Eklenen ya da çıkarılan bir karakter olmadı. Değişiklikler oldu ama mesela sahnenin ruhu asla değişmedi. Oyuncularla bu sahnenin ruhunu nasıl verebiliriz konusunda mutabık kaldık. Daha kısa, daha uzun belki ya da diyalogsuz, farklı diyaloglu, farklı açıdan. Dolayısıyla öyle küçük doğaçlamalar oldu. Ama bunların hepsi sahnenin duygusunu korumak içindi.
O açıdan katı bir yerde durmuyorum. Bazen bir oyuncu, bir görüntü yönetmeninin de sizden daha iyi bir fikri olabiliyor. Buna açık olmak ve fikri kucaklamak lazım. Orada mesele sizin vizyonunuzu daha da yukarı taşıyabilecek kişilere alan tanımak.
‘Kutsal annelik beni rahatsız eden bir mevfum’
Hikayede üç tane anne var. Biri hiç istemediği için anne olamamış, biri eşinin çocuğu olmadığı için çocuksuzluğa razı olmuş. Diğeri de bir şekilde çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın. Peki siz bir yönetmen-senarist ve ayrıca kadın olarak anneliğe dair ne söylemek istediniz?
Kutsal annelik beni rahatsız eden bir mevhum. Bu sadece kadınları zorlayan bir şey. Kadınlığın, bir kadının birçok hali olabilir, birçok tür annelik olabilir. İşte kimisi olmak istemiyor, kimisi istiyor, kimisi farklı bir şekilde anne olmak istiyor. Ve bu film bunların hepsini kucaklıyor.
Çünkü tarih boyunca bu bizim elimizden alındı. Şöyle olmalı, böyle yapacaksın, şöyle edeceksin, dendi. Hayır, bir kadın kendi istediği gibi bu seçimi yapabilir, Kendi istediği şekilde anne olabilir ya da olmayabilir. Ben de bir kadın olarak orada bir yerde duruyorum.
‘Bu film bu toprakların hikayesi olmak zorundaydı
‘Tüm kadınlarda hepsinden biraz var diyorsunuz.
Evet, hepsinden biraz var. Bazen annelik geçişken de olabiliyor. Bazen bir bakıyorsunuz bir arkadaşınıza annelik yapıyorsunuz bir süre. Ya da bir anda teyzeniz anneniz oluyor. Bunların hepsi çok güzel ve doğal şeyler. Buna açık olmak ve kadınları da bir alan tanımak gerekiyor diye düşünüyorum.
Filmin baş karakteri hayaletler görüyor. Gerçeküstü ilerleyen hikaye daha sonra en büyük toplumsal yaralarımıza uzanan politik bir yüzleşmeye evriliyor. Cumartesi Anneleri’nden faili meçhullere, sürgünlere uzanan bir hikaye… Senaryoyu bu açıdan iki bölüm olarak değerlendirmek mümkün. Gerçeküstünden toplumsal gerçekliğe yönelen hikayede bu geçişkenliği ve dönüşümü nasıl sağladınız? Sizin için zor oldu mu?
Bunun dengesini tutturmak ve eğreti durmamasını sağlamak çok zordu. Bu durumun senaryo açısından bir sürü riski var. Ya çok didaktik duracaktı, ya seyirciye hiç geçmeyecekti. Artık fantastik dersiniz, büyülü gerçekçilik dersiniz.
Her zaman bu film, bu toprakların hikayesi olmak zorundaydı benim için. Bu coğrafyanın tarihi ve kültürel mirasıyla ilgili olduğu için buradan kopmak istemedim ama sadece bunu nasıl didaktik yapmayız ve organik bir şekilde anlatırız mevzusunda çok çalıştık diyebilirim. Buna dikkat ettik. İnce ince işlemeye çalıştık.
‘Tarih aslında gündelik bir şey’
Antik hanım gibi bir kadın karakter de var filmde. Antik dönemden bir ruh. Ben filmde yer verilen bu kadın ve hikayesi doğru mu diye araştırdım hatta. Ama sizden şimdi tamamen kurgu olduğunu öğrendim. Bu karakteri nasıl yarattınız?
7 bin yıl, 3 bin yıl öncesine ait yazıtları okudum. Mısır’da bulunan bir tablette 5 bin sene öncesinden
bir kadın oğluna şunu yazmış: “Evladım kardeşin hiç eve uğramıyor eve, çok bozuldum ona.” Bir taraftan şunu düşündüm. İnsanlık aynı hala. 7 bin sene önce de aynı şeydi. Dedim ki bir dakika bunu unutmamamız gerekiyor. Tarih dediğin oralarda buralarda bir şey değil. Yani aslında çok gündelik bir şey.
Filmdeki Antik hanım gibi bir karakter de belki bir yerde yaşamıştır diye düşündüm.
Evet, bir kadın varmış. Belki kurgu ama eminim bir sürü kadın var ki neler neler yaptı ve biz bunların hikayeleri bilmiyoruz. Kazmak zorundayız. Çünkü hepsi bir köşeye itildi, unutturuldu. Erkek tarih anlatısı yüzünden. Bununla bir meselem vardı, kurgusal bir metin ve karakter. Ama tabii ki bir sürü şeyden ilham aldım işte. Antik çağ rahibeleri, Venüs rahibeleri, Hititlerdeki rahibeler. Bunların hepsinin bir taraftan uydurmasyon olmaması gerekiyordu. Çok sevindim karakterin inandırıcı bulunmasına.
‘Popülasyonun yüzde 50’si kadın, onları bu kadar görmemek çok tuhaf’
Taşra ve bozkır hikayelerinin yaygın olduğu sinemamızda böyle antik karakterlerin olduğu gerçeküstü bir film izlemek ilginç. Sanırım Altın Koza söyleşinizde de bahsettiğiniz gibi siz de bu hikayelere mesafelisiniz.
Kadir Has Üniversitesi’nde ders veriyorum, öğrencilerimin bir kısmı Taşradan geliyor ve bana diyorlar ki
artık bu mesele yok taşrada, asıl sınıf meselesi var. Artık taşra hikayesi kalmadı, bambaşka bir yere gitti mesele. Tabii ki orada da devam eden bir hikaye var, etsin de.
Mesele hani başka hikayeler de var ya bu memlekette. Onlar da fırsat bulsun, yapılsın. Sadece buralara, sadece bu hikayeler finanse edilmesin yani. Derdim o, yoksa bu hikayeler de çekilmesin demiyorum. Bir sürü hikaye var, bir sürü kadın da var. Popülasyonun yüzde 50’si kadın. Kadınları bu kadar görmemek bana çok tuhaf geliyor yani. O yüzden böyle bir şey dedim.
‘Filmin demeye çalıştığı: Yaşama sevincini sahiplen’
Türkiye siyasi tarihinin son 25 yıllık girdapta sıkışıp kalmamasından bahsetmiştiniz. Filmde antik tarihten mitolojiden besleniyor. Ama siyasi tarihin de elini bırakmıyor. Anadolu’nun uzun yıllara yayılan tarihinden geleneklerinden beslenmek ve bunu anlatmak derken ne söylemek istiyorsunuz?
Sonuçta çoğumuz Anadoluluyuz. Bir sürü halk vardı burada. Şimdi de var. Geçmişte de vardı. Anadolu’daki toplulukların tarihini okuduğunuzda çok farklı insan tarihçeleri var. Farklı tarzlar var. Tabii ki yine kral devletler var vs. Her şey var. Nasıl diyeyim? Kadim bir şey var burada. Bütün bunlar bizim kültürel mirasımız.
Sadece son 20-30 sene değil. Mülkiyetçi bir yerden yaklaşmak istemiyorum da onlar da bize ait. Onları da kucaklayalım çünkü oradan da çok beslenebiliriz. O şefkati, sevgiyi, birazcık daha bilgeliği alabiliriz oradan. Bunu hatırlamak gerekiyor. Çünkü bu da bir yöntem yani. Mutsuz ol. Son 20 sene karanlıkta kal. Coşkundan vazgeç yani. Dolayısıyla asıl zaten bu filmin demeye çalıştığı da bu yani yaşam sevincini kimse almasın. Sen bunu sahiplen.