Okura not:
Günün 11’i, Türkiye medyasındaki görüş ve yorum çeşitliliğini yansıtmak amacıyla hazırlanmaktadır. Aşağıda özetini bulacağınız yazıya yer vermemiz, içeriğini onayladığımız ve/veya desteklediğimiz anlamına gelmez.
Tarihi bir şekilde bugünkü 18. İstanbul Bienal’ine baktığımızda, kavramsal çerçevenin içinde parçalanmış, aksamış, bir ayağı eksik olan sıkıntılı bir dünya ortamı çıkıyor karşımıza. Önden arkaya gelip, geriye doğru dönüp bakmak lazım sanki. Nereden geldik ve buradayız? Bugünün dünyasının kavramsal çerçevesini besleyen teorik bakış içinde buraya nasıl geldik?
Her tarafta, Batı-dışı olarak adlandırılan ve Batı’nın tam olarak ne olduğunu açıklayamayan bir bakış ile kimliklerin ayağa kalktığı bir dünya içindeyiz: Kimliklerle birlikte, bilgi düşmanlığı, tarihin silinmesi ve bir kenara atılması, düşünceye ve demokrasiye bir nefret, duyguların uluorta serilmesi, teknoloji hayranlığı, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, hoyratlık, ötekinin yok edilmesi ve kendilerine benzeyenlerle özdeşlik. Evrensel ve demokrasi ile insan hakları üzerinden gelişemeyen burjuvazi-sonrası teorik bir çerçeve, tarihi ve hatta sanat tarihini bir kenara bırakarak, direnme modellerini sunmaya girişen sanat söz konusu ve bu başka bir çerçeveye yerleşmeye başladı.
Yerel, bölgesel ve tikel olan ön plana çıkmaya başlıyor. Kimlikçi siyaset ve sömürge sonrası söylem ile ekoloji yan yana işlemekteler. Biri doğanın katledilmesiyle alakalı ama diğeri sosyal bir inşanın parçası olarak işlemekte. Her şey sosyal bir inşa olarak kabul edilebilir: Cinsiyet, cinsellik bile, vb.
Ancak doğanın yok edilmesi zaten ana sorunun içindeki parçacıkları içine aldığı için en önemlisidir. Tarihin kavramsal ve mücadele çerçevesi ise oldukça verimliydi: İfade ve adetlerde özgürlük, her türlü özgürleşme hareketi (kadınlar, azınlıklar, eşcinseller), hayatı dönüştürme hareketleri (aile, delilik, okul, arzu, normların reddi, ihlal zevki). Bunlar neredeyse tamamen unutuldu.