
MURAT SEVİNÇ
Başlıktaki soruyu yanıtlamak için geleceği görme yetisine sahip olmak gerekiyor, ancak üzerine biraz düşünmenin zararı yok.
Bir önceki yazıda yurt dışına gitmek isteyen eğitimli genç nüfusun, onları ‘buralardan kaçıp gitmeye’ sevk eden nedenlerin çokluğu üzerinde durup bazı sorular yöneltmiştim. Her gidenden değil, gitmek isteyen ‘gençlerden’ söz ediyorum, ülkesi ve toplumuyla kurduğu bağdan hoşnut olmayan insanlardan. Malını mülkünü satıp savıp göçen ‘yetişkinler’ yazının konusu değil.
Yirmili yaşların başındaki biri, yıllar boyu biriken iyi ve kötü deneyimin çoğuna sahip değil. Haliyle, onların heybesinde, o deneyimden kaynaklanan umut ve umutsuzluk sözcükleri yok. Örneğin “Bu da geçer,” ne ifade eder gencecik insana? Neden, ‘bunun da geçmesini’ umsun ya da beklesin biri, hangi dürtüyle, hangi vaatle? Nedir o geçecek olan, neden geçmeli, daha önce ‘geçen’ neydi, geçince yerini ne aldı ya da alacak vs. Günlük yaşamda bilgece bir tavırla kolaylıkla sarf edilen çoğu moral ya da serzeniş sözcüğü, insan zihninde ancak belli bir birikimle yerli yerine oturabilir.
Üç-dört yıl önce İstanbul’da bir toplantıdan birlikte çıkıp yürüdüğümüz genç ve muhafazakâr dünyadan haberdar bir avukat, toplantıda birkaç kişinin 28 Şubat’la ilgili yorumlarına (kendi deneyimlerinden kaynaklanan ve çok önemsedikleri!) değinip o günlerin ve söz konusu söylemin kendisi için bir anlamı olmadığını ve bu konuşmalardan sıkıldığını söylemişti. İsteyen istediği kadar muhtelif ‘mitler’ üretmeye çalışsın toplumsal ve siyasal gelişmelerden, bunlar doğru ya da abartılmış olsun, pek önemi yok aslında, çünkü tümünün bir miadı var. Her kesim için geçerli bu durum.
Kuşaklar birbirini anlamak zorunda da olmadığı gibi, böyle bir şeyin ne ölçüde mümkün olduğu da tartışılır. Ancak insan genellikle kendi neslini beğenip yenisine dudak büküyor. Mezun olduktan birkaç yıl sonra fakülteye ziyarete gelen kimi öğrenciler, gözlerinin hâlihazırdaki öğrencileri pek tutmadığını söylerdi!
Artık eskisiyle karşılaştırılmayacak ölçüde küçüldü dünya. Küçüklük, henüz dolaşım/yerleşme anlamında değil, haberdar olma ve ilişki kurmak için geçerli büyük ölçüde. Biraz eğitimli biri yeryüzünün her noktasındaki her veriye ulaşabiliyor. ‘Dışarıya’ yönelik psikolojik bariyerler de kolaylıkla yıkılıyor demek ki. Ülkesindeki her durumu diğerleriyle çok daha rahat ve doğru kıyaslayabiliyor insan. Herkes değil, yapabilenler, asgari nitelikli eğitim alma şansına erişebilenler tabii.
Yirmili yaşların başındaki biri nasıl bakar ülkeye ve dünyaya? Örneğin Türkiye’nin ‘şu’ haline?
Şimdi burada satırlar boyu Türkiye’de olup bitenleri, yaşanan rezaletleri bir kez daha sayıp dökmek mümkün, ancak bazen insanı, kurumu, ülkeyi vs. betimlemek için en zengin ve sade ifade, “Şu hale bak” olabilir. İyi bir lisede okuyorsunuz, mezunsunuz, bir iki dili öğrenmişsiniz, maddi durumunuz çok zayıf değil ve memleketin ‘şu haline’ bakıyorsunuz.
Öğrencilere, ‘torpil/kayırma’ olmadan kamu kurumlarında iş bulma şanslarının olup olmadığı konusunda ne düşündüklerini soruyordum bazen. Onca öğrenci arasında, ‘birinin’ yardımı olmadan iş bulacağını düşünenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Fakat yalnızca iş-aş meselesine de indirgenemez insanın toprağına bağlılığı konusu. Bu fazla ‘esnaf sever merkez siyasetçi’ bakışı. İnsanız biz, mideden mürekkep varlıklar değiliz. Yemek ve tuvalete gitmek dışında da bazı hasletlerimiz ve düşlerimiz var.
Yurt dışına gidip oralarda ortalama yaşam kurabilecek nitelikte eğitim almış gençler ‘höt-zöt’ten de bıkmış durumda, hepimiz gibi. Özgürlük istiyorlar, özgürlük, kendilerini ifade edebilmeyi, endişe duymamayı, bağırıp çağırabilmeyi, itiraz edebilmeyi, istedikleri mizahı yapabilmeyi, güldükleri şeylerin az gelişmiş ülkenin taze soğanları tarafından hedef haline getirilmemesini.
Onlara yurt dışında, Batı ülkelerinde cazip görünen şeylerden biri, bu özgürlük ihtimali. Hani Türkçü-İslamcı zevatın yüz küsur yıldır düşünce muamelesi yaptığı o yavan mı yavan, “Batı’nın kültürünü değil ilmini alalım” lüzumsuzluğu var ya, işte, bu gençler o kültürün bazı unsurlarına çok hasret; yoksa, hepsinin evinde saç kurutma makinesi var zaten! Keşke şu iktidar çevresindeki halenin kafası, kurnazlık, yalancılık ve küp doldurma dışında bir şeylere de çalışsaydı da kendi muhitlerindeki gençlerin neden bu kadar çok ‘Kore dizisi’ seyrettiği üzerine biraz kafa yorsalardı.
Bir kez daha: Yirmili yaşlardasınız ve ülkenin ‘şu haline’ bakıyorsunuz. Protestocu öğrencilerin tutuklanıp parti binası basan haydutların serbest bırakıldığı, şu hale.
Yıllar öncesinde yurt dışına çıkıp yüksek lisans/doktora yapan insanlar ülkelerine umutla geliyordu. Şimdi? Diyelim akademisyen olmak istiyorsunuz ve çok iyi bir yerde doktoranızı bitirdiniz, ne yaparsınız? Dışarıda bu işler hiç kolay değil tabii, onu da söylemek gerekiyor, sömürü, çılgın yayın ve sözleşme baskısı, sürekli işsizlik kaygısı vs. Buna mukabil, bir yerde işe girince doğru dürüst çalışıyorsunuz hiç olmazsa ve diyelim kurumunuzun yapabileceği münasebetsizliklerin bir ölçüsü var, karşınıza bir ibiş çıkma ihtimali son derece zayıf.
Peki Türkiye’de? Hangi üniversiteyi önerirsiniz? Bakın, şu Boğaziçi’ne yapılanları senaryo haline getirseniz hiçbir yapımcı sizi ciddiye almaz. Oluyor ama, olabiliyor işte. Peki, yurt dışı doktoralı genç insana öneriniz nedir? Nerede çalışsınlar? Taşra? Fena fikir değil, idarecilerle zikir yaparlar.
Genç hekimler gidiyor, yeni mezunlar. Hatta epey büyük bir göç söz konusu. Türkiye’de eğitimin en iyi olduğu alanlardan biri tıp ve kamu kaynağı, yetişmiş insan gücü, İngiltere’ye, Almanya’ya koşuyor. Hekimlerin gidişini ayrı bir yazıda ele alacağım. Şimdilik: Yalnızca şiddetten, fazla mesaiden, maaşlardan vs. değil, hastane idarelerinden de çekiyor sağlıkçılar. Hani sizin her gün TV’de seyrettiğiniz ve bizlere ağız dolusu hakaret eden ince bıyıklı kareli ceketli sevimsiz erkek türü var ya, işte onlarla aynı tornadan çıkanlar hastanelerde yönetici, aynı zamanda. Alternatif: Londra’da az iş yükü, daha iyi gelir ve normal insanlar. Buyurun siz seçin.
‘Normal insan’ demişken…
Yurt dışında yaşamak isteyenlerin, salt siyaset çöplüğünden ve iş (işsizlik!) koşullarından yıldığını düşünmek yanılgı olur. Günlük yaşama ilişkin, sıradan, çok önemsiz görünen kamusal yaşam pratikleri zannedildiğinden daha etkili olabiliyor bıkkınlık hissinin doğmasında. Son yıllarda, toplumu tepeden tırnağa saran lümpenleşme hakikaten yıldırıcı. Biraz sükûnet arıyor insan; kabul Berlin’de ya da Londra’da da hayat kolay değil, evet ırkçılık da var ve haklısınız, ev kiraları çılgınlık boyutunda; ama hiç olmazsa araç sürücüleri araçlarını kaldırıma park etmiyor güzel kardeşim, kuyrukta biri önünüze geçmeye çalışmıyor, lokanta sahibi masasını yürüme yolunuza yerleştirmiyor, trafikte herkes korna çalmıyor, yolun ortasında saldırıya uğramıyor insanlar, gece vakti rahat yürüyebiliyor kadınlar… Bunlar, üzerinde pek durulmayan önemli ve yaşam konforunu artıran ayrıntılar; mütemadiyen lümpenlikle, yozluk ve yobazlıkla yüz yüze olmak giderek derin bir mutsuzluk kaynağına, peşi sıra gelecek endişesine dönüşüyor genç ahalide, hepimizde olduğu gibi.
Giden birinin dönmesi, dönmeyi istemesi için, öncelikle hepimizin nefes alabileceği koşulların yaratılması, daha doğru söyleyişle, o koşulların yaratılabileceğine ilişkin bir umudun olması gerekir. İnsan çileye ve mutsuzluğa, ancak umut ediyorsa katlanır. Bu umut, yaşamı renklendiren her ne varsa ondan nefret eden malum tipler tarafından yaratılamaz.
Peki, AKP sonrasına talip olan muhalefet -yalnızca siyasi partilerden değil tüm muhaliflerden söz ediyorum- nasıl bir ülke vadediyor gitmek isteyen genç nüfusa? Memleketten uzaklaşmak isteyen bunca nitelikli genç insan, koşulların bir-iki yıla değişeceğini düşünse böyle cevval davranır mıydı? Eğer düşünmüyorsa, neden?
İklim krizi notu: Açık Radyo sayfasından, ‘genç iklim aktivistlerini’ okuyabilirsiniz.