FREDERIKE GEERDINK
Yeni yılın ilk günü öğle vaktinde yüzlerce insan İstanbul’da bir cemevinde toplandı. Arkadaşları ve yoldaşları Lütfü Taş’ı son yolculuğuna uğurlamak için oradaydılar.
Taş 2014’ün son günü Diyarbakır Hapishanesi’nde hayata gözlerini yummuştu. Senelerdir hastaydı, ne var ki son günlerini hapishane dışında, sevdikleriyle birlikte geçirebilmesi için onca talebe rağmen devlet oralı bile olmamıştı.
Taş 2009’da ‘barış grubu’ denen insanlardan biri olarak Kandil Dağı’ndan gelip Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra hapse atılmıştı. Grup, yeni başlamış ‘Kürt açılımı’na destek amacıyla Kandil Dağı ve Mahmur Kampı’ndan gelenlerden oluşuyordu. Habur’da sadece binlerce Kürt tarafından alkışlarla karşılanmamış, hükümet tarafından da buyur edilmişlerdi.
Vizyon ve cesaret meselesi
O günlere ait haberlere bir göz attım. O zamanki içişleri bakanı Beşir Atalay, “İlk gelen grubun 100-150 kişiye varmasını bekliyoruz. Bir çözüme doğru iyi bir planla ilerliyoruz” demiş. O zamanki başbakan Tayyip Erdoğan da grup toplantısında, “Dağlardaki, Mahmur Kampı’ndaki, Avrupa’dakilere yeniden sesleniyorum. Vakit kaybetmeden ülkenize dönün” demiş.
Haziran 2010’da bu gruptan bazı kişiler tutuklandı. Tabii hesapta bu yoktu. Türk halkı grubun Türkiye’ye girdiği Habur sınır kapısındaki tezahürat karşısında beklenenden daha sert tepki verince devlet açılımda geri adım attı.
Bugün birçokları Habur sınır kapısındaki zafer havasın Kürt hareketi adına bir hata olarak değerlendiriyor. Ama bence bu, Türk hükümetinin vizyon eksikliğini, en azından o dönemde o vizyonun arkasında duracak cesareti bulunmadığını göstermişti. Kürt sorununa çözmek üzere yola çıkıyorsanız, Kürt hareketinin ve taleplerinin daha görünür bir hale geleceğini hesap etmemiş olamazsınız.
İlk cenaze
Her neyse, ‘barış grubu’nun bazı üyeleri hapse atılmadan Kandil’e ve Mahmur’a geri kaçtı. Geri kalanlar kendini mahkemede buldu. Lütfü Taş, muhtemelen sağlık durumundan ötürü Kandil’e dönmedi. Yargılandı ama durumu ağır olduğu için duruşmaların hepsine katılamadı.
Ve şimdi aramızdan ayrıldı. Kandil’deki yoldaşlarından da, ailesinden ve Türkiye’deki sevdikerinden de uzakta.
Taş’ınki herhalde Türkiye’de 2015’in ilk cenazesi değildi. Ama bana göre öyle… Çünkü her şeyden önemlisi, Taş’ın başına gelenler barış sürecini simgeliyor ve ne yazık ki sürecin bu yılki akıbetine dair bir işaret: Her ne kadar eninde sonunda barış isteyenler kazanacaksa da kısa vadede daha katlanılması gereken fedakarlıklar var.
Ve ilk bebek
Gidişat, ‘2015’in ilk doğan bebeği’ne bakınca daha da netleşiyor. O da gerçekte bu topraklarda bu yıl doğan ilk bebek değildi tabii ki ama Sağlık Bakanı’nın ziyaretine ve hükümetin yılın ilk günü vermek istediği mesaja uygun bir bebekti.
Şirin mi şirin Meryem Azra, İstanbul’un Zeytinburnu semtinde muhafakazar bir işçi sınıfı mahallesindeki hastanede koyu dindar bir ailenin üçüncü evladı olarak dünyaya gelmişti.
Tam da hükümetin gönlüne göreydi tablo: Çalışmayan bir anne, Erdoğan’ın en az üç çocuk çağrısına uyan bir çift ve çocuklarını muhafakazar İslami değerler doğrultusunda yetiştirecek bir aile.
Mesaj gözdan kaçmasın diye Sağlık Bakanı, kadınların annelikten başka bir kariyer düşünmemeleri gerektiğini eklemeyi de ihmal etmedi.
180 derece zıt
Buyrun bakalım. Hükümet yeniden muhafazakar politikasına vurgu yapıyordu. Öyle bir politika ki dini muhafazakarlığın ve kadın haklarının pervasızca inkarının tam tersini temsil eden PKK ve Kürt haraketiyle bir barış anlaşmasına varılması için gerekli politikaya 180 derece zıt.
Erdoğan, 2015’te yoğunlaşacağı konulardan birinin Kürt sorununun çözümü olacağını söyledi. Ama, yılın ilk cenazasi ve ilk bebeğinin acı biçimde açık ettiği üzere, bu lafın pek de ciddiye alınacak bir tarafı yok.