BİLGEHAN UÇAK
Farkında mısınız bilmiyorum ama bahar geldi, ağaçlar çiçeklendi, yol kenarlarında papatyalar, manav reyonlarında tek tük yeşil erikler…
Senenin en güzel zamanı bence kütür kütür yeşil erik yerken yaşanır.
Sonra, havalar iyice ısındığında tombullaşır erikler, sarıya çalar renkleri, kabuğu buruşmaya, içi pörsümeye başlar.
Beklersin bir sonraki seneyi, kısacık yeşil erik mevsimini.
Sahilde yürüyorum; açan çiçeklere bakıyorum, Göztepe Parkı’nda lale vakti geliyor, lalelerin her köşebaşında patlayacak olması heyecanlandırıyor beni, bir de bizim Moda’da papağan sürüsü vardır, bugün onları gördüm.
Bunlar iki-üç papağandı, şimdi otuz-kırk kadar olmuşlar.
Artık nereden, hangi berbat kafesten kurtulup özgürlüğe kanat çırptılar bilmiyorum ama Moda’ya pek yaraştılar.
Moda’nın papağanları onlar, bizim papağanlar.
Günüm böyle geçiyor; laleler, yeşil erikler, papatyalar, özgür papağanlar, sahile vuran beyaz köpüklü dalgalar, boyunlarını iç içe geçirip birbirine kur yapan iki flörtöz köpek, kedi mamalarını aşıran bir martı…
Eskiden Moda iskelesine vapur yanaşırdı.
Karides yiyip bira içerken usulca yanaşıp aynı telaşsız haliyle denizde kaybolan o vapurları izlerdik.
Korona salgınıyla geçti bu yıl, geride milyonlarca ölü bırakarak, işsizlik, ekonomi…
Aman be!
Boyuna da ciddi meseleler konuşulmaz ki…
Bahar geldi, yeşil erikler çıkıyor.
Kaykay yapan gençlere, paten kayan çocuklara bakıyorum, alabildiğine aldırışsızlar ama yetişkinler öyle değil, herkesin suratı asık, beş karış.
Yürüyenler, koşuya çıkanlar var ama çoğunun gözünde gözlük, kulaklarında kulaklık.
Hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyorlar.
Zaten bugünlerde kiminle konuşsam dilinde hep aynı söz.
“Hiç vaktim yok…”
Herkes yoldan şikâyetçi, yetişememekten, biriken işlerden…
Bizim sokaktaki otoparkçı da bakkal da yazar da holding patronu da dönüp dolaşıp zamanla mücadelesini anlatıyor.
Kimsenin kendisine ayıracak vakti yok, bir an önce varma telaşı, bir an önce ulaşma, bir an önce…
Yıllar önce Gülten Akın’ın söylediği gibi, “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”
Böyle bir ortamda tüketim alışkanlıklarımız da iyice tuhaflaştı.
Bir kere, yolculuğun, araştırma sürecinin sürprizleri bir kenara bırakıldı.
Derinlemesine bilgi edinmek, gönlünce gezmek neredeyse unutuldu.
“100 saatte zengin ol”, “48 saatte Paris’i gez”, “5 derste Marksizmi öğren”, “2 dakikada şarap nedir”…
Herkes kendi meşrebine uygun hapları yutarak müthiş bir vasatlaşma ortamına gönüllü yazıldı.
Her şey, iyiden iyiye yüzeyselleşmeye başladı.
Mina Urgan’ın 1999’da yayınlanan Bir Dinozorun Gezileri kitabını okuyorum.
Bir yerde şöyle diyor: “Vaniköy’de otururken, geceleyin Boğaz’dan geçen şilepler beni büyülerdi.”
En önde gelen mavi yolculardan biri olarak, böyle bir şileple uzun bir yolculuğa çıkmak istiyormuş.
“Lüks bir oteli andıran büyük bir yolcu gemisiyle değil; ya hiç yolcu almayan ya da ancak üç-dört yolcu alan küçük bir şileple. O koskoca transatlantiklerde, altı katlı bir apartmanın en üst katındaymış kadar uzaksınızdır denizden. Oysa küçük bir şilepte yakın bir ilişki kurarsınız sularla. Öyle yakın bir ilişki ki, suyun şıpırtısını duyarsınız.”
Hafif bir rüzgâr esiyor, kaldırıp başımı denize bakıyorum, ufka kadar ne bir şilep ne bir transatlantik.
Kimsecikler yok denizde, yelkenciler de gelmemiş bugün.
“Her bir yanı sıkı sıkı kapalı kutular gibi o iskeleden bu iskeleye seken deniz otobüslerinden hiç hoşlanmamamın nedeni de denizle ilişkilerini kesmiş olmalarıdır. (…) Oysa o güzelim eski şehir hatları vapurlarına binince, açık havada oturabilir, bir sigara yakıp çevrenize bakabilir, denizi görür, denizi duyarsınız. Deniz otobüslerinden yararlananlar, vakit kaybetmemek için binerlermiş o kapalı kutulara.”
Ve sonra baharı görmek için kendimi attığım sahilde Mina Urgan’la aynı şeyleri düşündüğümü fark ediyorum.
“Oysa benim hiç acelem yok.”
Gülten Akın’ın şiirinden Mina Urgan’a…
Şehir ne kadar değişti şu yirmi yılda ve insanların artık hiç mi hiç vakti yok.
Galata Kulesi’nde hilti sesleri yankılandı, eski deniz otobüsleri Üsküdar-Beşiktaş arasındaki ‘ütüler’in yanında dünya harikasıydı…
Ne siluet kaldı Sarayburnu’nda, ne sahil Karaköy’de ne de vapur yanaşıyor Moda iskelesine…
Bir adam, sırtında taşıdığı güğümde salep satıyor.
Bol tarçınlı bir salep aldım, ayağımın dibinde ortası sarı yaprakları bembeyaz papatyalar, karşımda deniz.
Laleler açıyor yine de, yeşil erikler dallarda büyüyor.