CAN SEMERCİOĞLU
Türkiye’nin aykırı yazarlarından biri Süreyyya Evren. Genç yaşta yazdığı ve tarzıyla dikkat çeken ‘Postmodern Bir Kız Sevdim’le tanıyoruz onu. Aynı zamanda çağdaş sanat üzerine yeni açılımlar getirmek için pek çok girişimde de bulundu. Onu sokakta da görebilirsiniz, aldığınız bir dergide verili koordinatların dışındaki yazılarıyla da. “Anarşizmin ‘post’u mu olur?” sorusuna yanıt arayan biri.
Süreyyya Evren, merkezi olmayan bir yazar ve bu amaçla yazıyor. Evren’le, sanat, edebiyat, gündelik hayat ve siyaset denemelerinin bir arada bulunduğu ‘Buluntu Kitap’ı konuştuk.
Deneme, son bir iki yılda yazarların tekrar ‘cesaret ettiği’ bir tür olmaya başladı. Sizin tür olarak denemeyle şimdiye kadar nasıl bir bağınız oldu?
Denemeler bende sıklıkla seriler olarak çalışıyor. Dert edindiğim bir tema veya bir mesele, bazen bir tek kavram, yordam veya düşünür etrafında ‘seri denemeler’ çıkıyor. Goethe’nin ‘Erlkönig’ şiirini böyle dert edinmiştim mesela ve Erlkönig kavramı etrafında dergilere dosyalar da hazırladım, yazılar da geldi…
‘Deneme benim için de ender bir durum’
Şiirin Türkçeye (belki bir kez daha belki ilk kez) çevrilmesine aracılık ettim, sanatla düşündüm, siyasetle düşündüm, edebiyatla düşündüm ‘Erlkönig’i. Ve farklı mecralarda yer buldu bunlar. Bir dert yakalayıp veya kendim içine düşüp, yakalanıp, sonra da bir o açıdan bir bu açıdan kurcalıyorum, didikliyorum, tartıyorum genelde. Dolayısıyla benim için deneme ender bir durum, ‘seri denemeler’ daha sık görülüyor.
Tabii dergilerde, gazetelerde, web sitelerinde bu serilerden parçalar yayımladığımda bir serinin parçası oldukları her zaman görünür olmuyor. Daha doğrusu hemen hiç görünür olmuyor. Çünkü bir yoğunlaşmanın bir ucunu bir yere diğer ucunu başka bir yere veriyorum. Elektrik ve devre sistemleri hakkında bir şeyler bilseydim sanki buradan iyi bir metafor çıkardı ama kaçırdık maalesef!
‘Buluntu Kitap’taki yazıların tamamında ortak bir dert varmış izlenimini edindim. Yani derlemeden ziyade yekpare bir kitap gibi geldi bana. Yanılıyor muyum?
Çünkü bir de şöyle bir durum var, bir önceki soruda andığım seri denemeler de birbirlerinden kopuk olmuyorlar ve birbirlerini sürekli tamamlıyor, eksiltiyor, yeniliyor veya kuruyorlar. İster yekparelik diyelim ister ağsallık, dert ortaklığı. Benzer okuma tiplerinin farklı disiplinlere yansıtılması belki.
‘Hiçbir şey, bir sonraki iyi roman kadar korkutucu olamaz’
Ortak dert basit aslında: Belirli bir aşağıdanlıkla gündelik hayatı, sanata içkin meseleleri ve siyaseti aralarında bir hiyerarşi gözetmeden bir ilişkisellik içinde kavramayı denemek ve yeni bir okumadan geçirmenin alıştırmalarını yapmak. Bunun benim için formülü her seferinde her detayda sözkonusu dert neyse o derdi ve sözkonusu yaklaşım neyse o yaklaşımı ciddiye almak. Umarım kendimi fazla ciddiye almıyorumdur?!
Genç yaşta edebiyatla ilgilenmiş ve ilk kitabını yirmilerinde çıkarmış bir yazar olarak günümüz edebiyatının esas meselesini nerede görüyorsunuz? Yahut okurlar nerede aramalı?
Edebiyatın esas meselesi her zaman bir sonraki iyi romandır. Bir sonraki iyi öykü, bir sonraki iyi şiir ve hatta bir sonraki iyi denemedir. Bu, şu anın en can yakıcı sorunudur edebiyatta –ve bir sonraki anın da en can yakıcı sorunu olacak. Hiçbir şey, bir sonraki iyi roman kadar korkutucu ve vaadkâr olamaz.
Tabii istersek şuna da bakabiliriz: Okurun edebiyat gündemini neler tutuyor, neler manipüle ediyor, okur nerelerden besleniyor, neler nasıl gözden kaçıyor, neler nasıl okur için birer hadiseye dönüşüyor? Edebiyatta bugün değerler nasıl oluşuyor –ve nasıl aktarılıyor, nasıl denetleniyor edebiyatta değerler?
‘Okumak iki hattı da takip etmektir’
Okumaktan anladığım genelde iki hattı da takip etmektir: Yani hem değerlerin kendisini takip etmek, ve bir sonraki ve bir önceki iyiyi, güzeli, yeniyi, farklıyı, değerliyi kovalamak, hem de tüm bunların bilgisinin nasıl yapıldığını okumak, iyiye, yeniye ve güzele kim nasıl karar veriyor, bunların tarihi ve bilgisi nasıl yapılıyoru okumak. Tabii, bir ayağı o tarafta bir ayağı bu tarafta olunca insan kolay kayıyor, söylemeye gerek yok.
Nâzım Hikmet’in avangardlığı, İkinci Yeni’nin politikliği gibi konulara da değinmişsiniz. Edebiyat ve siyaset arasındaki bağlantı senin için nerede duruyor?
Bahsettiğin denemeler de bir ‘seri’ idi. İkinci Yeni şairlerinin düzyazılarının didiklenmesi ve düzyazılarında ifade ettikleri ‘politik konumun’ tartışılması ağırlıklıydı. Nâzım’ın düzyazılarına da bir yandan bakıyordum. Ama esas derdim formda yenilikçilik ile siyasette muhalefetin iç içeliklerini tarihte bulmak, ovuşturmak ve nasıl bir cin çıkabileceğine bakmaktı.
İletişim’den çıkan ‘Anarşizmler’ kitabımın son bölümü bu form ve siyaset meselesini en uzun uzadıya tartıştığım yer olabilir. Neyin siyaseti kadar nasıl bir siyaset sorusu da önemli olduğu için (veya önemli bulduğumuz için) geliyoruz buralara hep…
Sanatçı Burak Delier’in işleri üzerinden çağdaş sanatın ekonomi politiğine değindiğiniz yazı dikkat çekici. Sanatın bankaların tekelinde olduğu Türkiye’de sanatçının emeği nerede duruyor?
Güvencesiz, kırılgan, yani preker emek de ‘seri’lerden biri, hatta öne çıkanlarından biri. Çalışma koşullarını peş peşe çok sayıda yazı ile kurcaladım. Sanatçının emeği de buna dahil, porno yıldızlarının çalışma koşulları da.
‘Sanatçının emeğinde sömürünün yeri kolay saptanamıyor’
Prekeryayı anlamak üzerine bir dizi yazı var, evet, ‘Buluntu Kitap’ta. Güncel sanatın ekonomi politiğine de bu çerçeveden girdim. 2013-2014 sürecinde ‘P Grubu’ diye salt bu meselelere odaklanan bir grup kurup Viyana’da bir sergi de gerçekleştirmiştik. ‘Özgürlüğün Şantajı’ adlı ayrı küçük bir kitap da yapmıştım sırf bu konu üzerine 2016’da.
Sanatçının emeği meselesi sömürünün yerinin kolay saptanabildiği bir yer değil; yeni koşulların bu yönde doğurduğu zorluklar, preker çalışmanın ele avuca gelmez nitelikleri ve iyi ile kötünün sömürenle sömürülenin yerlerini bulanıklaştırması gibi olgular ne eski kategorilere zorla mevcut durumu sıkıştırıp durmak için bir özür ne de yapılamaz deyip projeden vazgeçmek için. Ana motivasyon hep bu oldu günümüzde emek meselesini ele alırken. İmza nedir, kariyer nedir, kişisel marka nedir, bütün bunlar bugünün emeğini nasıl etkiliyor gibi sorular etrafında dönen denemelerden bahsediyoruz.
Mesela gazetecilerin işleri ‘kamu yararı’ denerek ‘hayır işi’ olarak görülüyor. Sanatı böyle görmek mümkün mü?
Sanat faydalı olduğu anlarda evet –ama faydalı olduğu düşünüldüğü anda en toplumcuları da dahil pek çok kişi tarafından aşağılanır da sanat… Sanatın ‘en faydalı faydasız’ olmasını isteyen ve ideal sanatı böyle bir yerde hayal eden çok insan vardır. Sanatçı eğer günün sonunda aziz ya da azize olacaksa gün ortasında da çile çekmesini ondan bekleyenler olacaktır. Belki de süperkahramanların çalışma koşullarını incelemeliydik!
Özellikle Behzat Ç. üzerine yazılarında dikkatimi çeken nokta, popüler karakterlere tersinden yaklaşmanız oldu. Üç aşağı beş yukarı toplumsal uzlaşı sağlanan konularda ihtilaf genelde nerede çıkıyor?
En ihtilaflı mesele sıklıkla kötülüğün yerinin saptanması meselesi galiba. Dizilerin mitolojik evreninde epik çatışmalar yaşanıyor iyilerle kötüler arasında. Ama kötülüğün yeri o kadar da sabit kalamıyor hiçbir zaman.
‘Kötülüğü yerinden etmek, illa ki iyiliğin başının altından çıkmaz’
Aynı ‘seri’nin bir parçası olarak ‘Breaking Bad’ dizisi üzerine de uzunca bir deneme karalamıştım. Kötülüğün yerini kendi konumunu aklayacak şekilde kolayca saptayabilirsin, popüler kültüre bakarken devreye sokmaktan çekinmediğin bir strateji olabilir bu. Öte yandan kahramanlarınkilerle birlikte kendi konumunu da riske atarak da kötülüğün yerini araştırabilirsin. Bu tabii kötülüğü yerinden etmenin illa iyiliğin başının altından çıkmadığı hakkında da bir zemin sunacaktır…
Kitabın genelinde bir kurumsal olana, yerleşik olana, üzerinde sözleşilmiş olana bir eleştiri var. Kültür ve gündelik hayatta yıkılan şeylerin yerine ne koyacağız peki? Bir şey koymalı mıyız?
Yıkılan şeylerin yerine ne koyacağız meselesi genelde hiçbir şeyi yıkmamanın başat gerekçesidir. Bu biraz da okurun/dinleyicinin almak istediği haraçtır söz alan, konuşan eden, yazan çizen kişiden. “Güzel, peki şimdi ne yapalım” sorusunu hor görerek gidilebilecek yer sınırlı; yanıtlayarak gidilebilecek olan kadar olmasa da. Benim yaklaşımım okuru az haraçla oyunda tutup “Nasıl yapmalı”yı tüm belirsizlikleriyle kucaklamanın alıştırmalarını devreye sokmak olsaydı keşke!