ADALET ÇAVDAR
@AdaletCavdar
Kerem Görkem’in yeni romanı ‘Süreyya’nın Saatleri’ kısa bir süre önce İthaki Yayınları tarafından yayınlandı. Şehir ve Bölge Planlama eğitimi alan Görkem, şehrin içinden sesleniyor bu sefer okurlarına. Süreyya bir apartmanda kapıcılık yapan biri. Sığındığı dört duvarın içine sığamayıp kendine, kendince bulduğu yeni karakterler ile sokaklarda, üniversite kampüslerinde tanıtıyor. İstanbul’u seviyor, adım adım dolaşıyor, gördüklerini anlatıyor. Ama hepimiz kadar pek çok şeyden korkuyor. Korkularını kayıpları tetikliyor.
Kerem Görkem ile yeni romanı üzerine söyleştik.
Öncelikle Süreyya isminin sizin için ve kahramanınız için bir önemi var mıdır? Yoksa kahraman size kendini Süreyya olarak mı tanıttı?
Romanımın ilk kelimesi Süreyya, yani ki çalışma masama oturmadan önce karar verdiğim bir şey bu. Bu süreçte birkaç isim arasında gidip geldim, hepsinin ortak özelliği ‘unisex’ olmalarıydı. Sanıyorum, ağır basan manâ oldu. Süreyya, Ülker ve Pervin ile eş anlamlıdır ve gökyüzündeki bir yıldız takımının adıdır. Yedi yıldızdan oluşan bu takım ikili biçimde dizilmiştir ve biri, ötekilerden ayrı durur. O tek yıldızın Türkçede bir isim karşılığı olsaydı, karakterimin adı da muhakkak o olurdu.
Peki kimdir bu Süreyya, sokakta gündelik hayatta karşımıza kim olarak çıkar? Diğerlerinden yani bizden farkı nedir?
Mesleğinden ziyade, Süreyya gündelik hayatın içerisinde, herhangi biri olarak karşımıza çıkabilir. Şimdi bu söyleşiyi takip eden okur, eğer toplum içerisindeysen, çevrendekilerden biri Süreyya olabilir. Haliyle bizden bir farkı yok, aksine bizden biri o. Ne yazık ki ilgimizi çekecek hiçbir özelliği yok. Belki de bu yüzden, onu bir ‘kahraman’ olarak tanımlamakta çekinceliyim.
Bir apartman görevlisi Süreyya. İnsanların gün içerisinde belli saatlerde ihtiyaçlarının giderilmesine yardımcı oluyor, hane hane dolanıyor, çöpleri çıkarıyor, çöplerinden insanların hayatlarına dair bildiklerini anlatıyor. Kimse onun pek farkında değil, o kendinde aslında birden fazla şey. Neden böyle bir hayatı tercih ediyor?

Çünkü yalnız… Belki de bu hafif kalır, kimsesiz olarak görmeliyiz onu. Ailesi, ahbabı, dostu yok. Geçmişi, kenti ve kitapları var. Bu yüzden yoksul değil. Zamana, mekâna ve kelimelere sahip olmanın yüceliğini tariflemek nasıl mümkün olur? Tuhaf bir azizliği var.
Neyi arıyor Süreyya, olmak istedikleri ile oldukları arasında nerede yaşıyor?
Tam ortada, geçmişle geleceğin ortasında, şimdiki zamanı yaşıyor. Şimdiki zamana sahip olmanı kıymetini bir düşünün… Yirmi birinci yüzyıl toplumu olarak geçmişin baskısı ve geleceğin kıskacı arasında sıkışıp kaldık, şimdinin farkında dahi değiliz. Six Feet Under’ın zaman temasını ele alan muazzam final bölümünde denir ki: “Şimdinin fotoğrafını çekemezsin, o çoktan gitti.” Süreyya ise günün, saatlerin ve dakikaların sahibi. Metafor aranmasın, sahiden, Süreyya’nın saatleri var.
Süreyya İstanbul’da yaşıyor, kent ve kentlilik üzerine uzun uzun düşünüyor, konuşuyor, başka kimliklerle girdiği ortamların içinde insanların nereli olduklarını soruyor, İstanbul’a dair fikirlerini alıyor. Bu şehir sizin için nedir, ne değildir? Geldiğiniz yerle, geldiğiniz zamanla bugün arasında neler değişti? Bu değişim şart mıdır?
Mekânlar değişmeye mecburdur. İrice bir mekân olarak kent de bundan azade değil. Gözlemlediğimiz fiziksel bir değişim olabileceği gibi, kent mekânının kullanıcıları da değişir, değişmelidir. Riskli yapı ve alanlar perspektifinden üretilen ‘yeni kent’ değil sözünü ettiğim, tıpkı bir insan gibi büyüyen, ‘yetişen’ bir şey. İçerisinde yaşayıp uyum sağlamak değil, değişim üzerine düşünmek ve konuşmak lâzım, Süreyya da bunu yapıyor.

Bizim kuşak yazarların ev ile ilgili dertleri var. Evi yazma gereği duyuyorlar bir şekilde. Ev nedir sizin için? Eve ne oldu da biz evi bu kadar anlatma gereği duyuyoruz?
Bunun oldukça doğru bir tespit olduğu kanaatindeyim. Kuşağım insanı mekândan bağımsız bir ‘şey’ olarak ele almıyor. Bu bir ev olabileceği gibi, ufacık bir oda ya da bütünüyle kent de olabilir. Nasıl biz mekânı değiştiriyorsak, o da bizi yontuyor. Bazen köşelerimizi yuvarlıyor, bazen dikenlerimizi ortaya çıkarıyor. Yani bizi biz yapan, biraz da ‘ev’lerimiz. Onu anlatmadan kendimizi ve çağımızı da ifade edemeyiz.
Siz de Şehir ve Bölge Planlama eğitimi aldınız. Bu romanı yazmanıza bu eğitim ne kadar neden oldu ya da ne kadar yardımcı oldu? Süreyya İstanbul’u semt semt güzellikleri ve çirkinlikleriyle anlatıyor, dönüşümünden bahsediyor. Süreyya ile ortak yönleriniz, düşünceleriniz neler?

Planlamayı -bir bölümünü tenzih ederek söylüyorum- kent üzerine düşünmek hiç aklına gelmemiş bir yığın insandan öğrendim. Dönüşüm ve kentsel yaşamla ilgili şikayet ettiğimiz hemen her şeyin başlıca müsebbibini üniversitelerde aramalıyız. Fakat şunu da teslim etmeliyim ki, Mimarlık Fakültesi’nin kapısından içeri hiç girmemiş olsaydım Süreyya’nın Saatleri’ni yazamazdım. Başka bir metin olurdu o ve bugün farklı şeyler üzerine konuşuyor olurduk. Zira Süreyya’da biraz da benim ağzım vardır.
Süreyya’nın korkularından bahsetmek istiyorum biraz, romana dair çok ipucu vermeden. Hayata dair de bir korkusu var ama yaşadıklarından ötürü kaybetmekten daha çok korkuyor. O yüzden bulduğu mektup sonucu polis devreye giriyor. Sizce şehirde, bu endişeyi paylaşan komşularımız kaldı mı?
Polis devreye giriyor demek yerine, Süreyya’nın polisi devreye soktuğunu çıkarmalıyız belki de. Bir yardım çığlığı bu… Çok yük taşımış, kambur olmuş, pek gücü kalmamış. Tıpkı annesiyle ilgili hikâyede olduğu gibi, polisten başka gidecek kimsesi yok onun. Elbette bu talep de içerisinde bir çelişkiyi barındırıyor. Nasıl yıllar önce yok yere girdiyse o devlet kapısından, mektup meselesinde de öyle. İnsan bazen yalnızca harekete geçmek ister. Barış Bıçakçı’nın yazdığı üzere: “Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.” Süreyya da bir insan, onun da korkuları var. Bu çerçevede düşünecek olursak, o komşulardan biri de Süreyya.
Peki Süreyya hayatına nasıl devam eder ya da edecek?
Bunun kararını okur verecek. Romanın son bölümü Güvercin’e bundan bahsederek başlıyorum. Kimi için hikâye bitmiş olabilir, kimiyse yıllar boyu Süreyya ile yaşayacak.
Bu ikinci kitabınız, sizin için nasıl bir çalışmaydı? Siz ve ürettiğiniz edebiyat açısından ilk romanınız Aile Fotoğrafı ile arasında nasıl bir bağ ya da farklar var?
İlk romanım Aile Fotoğrafı karakterlerin anlattığı bir hikâye idi, burada yazar kişi olarak mikrofon bende. Haliyle daha geveze ve daha cesur bir metin bu. İki yılı aşkın bir süreçten söz ediyoruz; fakat bu zamanın büyük bölümü yazım sürecinden uzak geçti. Çalışma masasına oturduğum günleri toplayıp bir araya getirsek bir ayı geçmez. Başka bir söyleşide de değinmiştim, Orhan Pamuk edebiyatın başladığı yeri ‘kitaplarla kendini bir odaya kapatan adam’ ile ifade ediyor. Bana göre günümüz edebiyatı, ancak kentin içerisinde yaşayarak yazılabilir. Hikâyeler yalnız kitaplarda değil, her yerde.